Blog gezintilerim sırasında denk geldim ve öykülerini okuduğumda kendisinden izin de alarak paylaşmak istedim. http://zeynepalpaslan.blogspot.com/ , çok güzel ve farklı paylaşımları var. Diğer öykülerini de mutlaka okuyunuz!
Anna
(altZine'de yayımlandı.)
Anna, bacaklarının arasından siyah kanlar akan, deforme olmuş vücutlar çiziyor. Asık suratlı, sert bakışlı, göğüsleri sarkmış, anoreksik genç kadınlar. Dirsekleri ve dizleri yara içinde. Tırnakları uzamış ve kıvrılmış. Şekilsiz, dümdüz kalçaları ve kocaman yamuk ayakları var. Bir gölgenin defalarca kopyalanmış ve aslından başkalaşmış formuna sahipler. İnsan Anna’ya, onun çocuksu yüzüne ve zarif, yuvarlak kıvrımlı vücuduna baktığında bu resimlerin sahibinin gerçekten o olduğuna inanamıyor ve sürekli gülümseyen bu sevimli kızın aslında neleri gizlediğini merak ediyor.
Anna, kafenin loş ışığının yüzündeki endişeyi gizlemesini umdu. Atkısını boynuna doladı. O kış Berlin, geçen kıştan bile soğuktu. Hayat durmuştu sanki. Yaşlılar evlerinden dışarıya adım atmaya korkar hale gelmişlerdi. Anna’nın arkadaşları ise geceleri evlerinin avlularında değil kafelerde toplanıyorlardı artık. Yine de sohbet hep aynıydı, güzel sanatlar öğrencilerinin sohbetleri her yerde, her zaman, kuşaklar boyu aynıdır çünkü. Anna, “Bıraktığım yerdeler,” diye düşündü. Tek fark, bu sefer bira yerine bol bol kahve ve konyak içiliyor olmasıydı. Masada, hiç acı çekmemiş birinin bir şeyler üretip üretemeyeceği tartışılıyordu. Sonunda, hiç acı çekmemiş birinin var olmadığına karar verdiler. Anna titriyordu. Soğuktan ya da öfkeden. Nasıl oldu da hiçbiri açılışa gelmedi?
Anna, kafenin duvarlarında asılı siyah-beyaz fotoğraflara baktı. Okulu bırakmadan önce hayranlıkla izlediği, ezberlediği yüzler. Yönetmenler, ressamlar, yazarlar. Beyaz şarap ve karanfilli sigara içen dağınık saçlı, genç tiyatrocular. Anna, içlerinden birkaçıyla birlikte olmuştu. Hepsinin gözlerinde aynı ifade vardı. Tatmin olmuş, alçakgönüllü, mutlu ve hafif deli bakışlar. Ayna karşısında çalışmışlar gibi. Buradaki herkesin olmak istediği gibi. Anna, kimseye veda etmeden masadan kalkıp gitti.
Adam, o gece günlüğüne “Uçurumun içinde, yeniden öldüm.” diye yazdı. Ertesi sabah bunu “Birisinin hayaletiyim, ama kimin?” diye değiştirdi. Adam komik ama çok mutsuz biriydi.
Sergi, Rosa Luxemburg Platz’da, dar ve bakımsız bir ara sokaktaydı. Anna, mekan olarak yalnızca bu eski ve rutubetli taş binayı bulabilmişti. Resimlerini tuvale değil, buruşuk paket kağıtlarına yapıyordu. Bu kağıtlar çok ince ve hassas olduklarından taşınmaları ve asılmaları epey zahmetli olmuştu. Kimse yardıma gelmemişti. Binanın elektirikleri kesikti. Anna her şeyle tek tek, kendisi ilgilenmek zorunda kalmıştı. Merdivenlere ve koridorlara küçük mumlar yerleştirmiş, el fenerleri satın almıştı. Anna karanlıkta paltosunun içinde titreyerek kahve ve sigara içiyordu. Yalnızken bile gülümsediğinden, onu bu halde görenler ağlamak üzere olduğuna asla inanmazlardı.
O gün Anna’nın tek ziyaretçileri, akademisyenlerin ağzından konuşmayı sevdikleri belli olan iki öğrenciydi. Kabarık saçlı, salaş giyimli bu kızlar, ellerinde fenerlerle, burunlarını çekip durarak, büyük bir heyecanla gezdiler sergiyi. Kendi aralarında fısıldaşarak konuştular. Bina, sesleri yutar gibiydi. Ayrılmadan önce Anna’ya, bütün resimlerde görünen siyah kanların, adet kanının mı yoksa bekaretin bozuluşunun mu yoksa kendi bedenine yabancılaşmanın mı simgesi olduğunu sordular.
Adam o gece rüyasında hamile bir kadın gördü. Kadın hem annesiydi, hem değildi. Ellerinde tuhaf yaralar vardı. Adam, kadının karnında kımıldayan şeye dokunmak istedi, yapamadı. Adam uyanınca rüyasını hatırlamadı ama günlüğüne, “Kendimi parçalıyorum. Kendimi parçalara ayırıyorum ve bu parçaları eziyorum. Püre oldum. Tek istediğim büyülü bir şeylere dokunabilmek.” diye yazdı.
Eleştirmen, elindeki feneri resimlere değil, binadaki çatlaklara doğrultmayı yeğlemiş görünüyordu. Anna gergindi, fakat gülümsüyordu. Yaşlı kadını rutubet kokan odalarda gezdirirken kendine olan güveninin gitgide azaldığını hissediyordu. Bina, neşesini emiyordu sanki. Bütün gece kafasında kurduğu etkileyici ve açıklayıcı konuşmayı yapmaya cesareti yoktu. Sesinin titremesinden korkuyordu. Susuyor, içinden, “Sanatçı, eserini açıklamak zorunda değildir.” diye tekrarlayıp duruyordu. Resimlere aydınlıkta, bir bütün olarak bakmak yerine bu penceresiz, karanlık odalarda el fenerinin aydınlattığı parçaları birleştirmeye çalışmak yaşlı eleştirmeni yormuş olmalıydı. Ayrıca üşüyor ve üşüdüğünü belli etmekten zevk alıyordu. Ayrılırken, “Burası çiş kokuyor, buna bir çözüm bul, kızım.” dedi.
Adam, ertesi gün gazetede Anna’nın resimlerinden birinin fotoğrafını gördü. Zayıflıktan ölecek gibi duran kadının bacaklarının arasından akan kanın ne olduğunu anladı. Rüyasını anladı. Annesinin ona neden tanımayan gözlerle baktığını, neden kendini bir türlü gerçekmiş gibi hissedemediğini, neden etrafta hep toprak kokusu duyduğunu anladı. Adam, Anna’nın onun kim olduğunu bildiğini ve bu resimle ona ulaşmaya çalıştığını anladı.
“Doğal formunu yitirmiş, yaralı, çürüyen, sivrilmiş ve kıvrılmış bedenler, medyanın dayattığı güzellik anlayışına ve faşist estetiğe meydan okuyor. Çıplaklıkları onları savunmasız kılsa da, Anna Hermann’ın kadınlarının yüzlerindeki ifadeye baktığınızda, terk edilmiş olmalarının öfkesini ve kanlı bedenlerini sergilemelerinin utanmazlığını görüyorsunuz. Toplum normlarının dışında kalmış bu yaralı kadınların neredeyse karikatürize edilmiş acıları, adet kanamalarının hala tabu olmasına isyan eden bedenleri, sergi mekanı metruk binanın çatlak duvarlarıyla uyum içinde...”
Anna gözlerindeki yaşları sildi. “Anlamamış.” diye mırıldandı. “Kimse anlamıyor.” Son paragrafı sesli okudu:
“Elinizde fenerlerle, küçük havasız odalara girip çıkarak ve binanın soğuğunu iliklerinizde hissederek sergiyi gezmek başlı başına bir deneyim, ayrıca resimlerin tamamını tek seferde göremediğinizden, parçaları zihninizde birleştirmek zorundasınız. İnanın, Anna gibi sevimli bir rehberiniz varken bütün bunlara değer.”
Anna gazeteyi bir kenara fırlattı ve bir sigara yaktı. Okulu düşündü. İlk senenin sonunda herkesin nasıl birdenbire değiştiğini. Kendi yeteneklerini öven seslerini, kendilerini takdir eden gülümsemelerini, sahte kafa karışıklıklarını, “tek amacım ressam olmak”ları, “resim yapmadan yaşayamam”ları, “kendim için resim yapıyorum, tanınmak umrumda değil”leri.. onların yanında kendini ne kadar küçük ve görünmez hissettiğini hatırladı. Anna, okulu düşündü ve dalıp gitti. Birkaç saat sonra bina insanlarla dolup taşmıştı.
Adam metruk binanın girişinde durdu. Gözleri güneş ışığına alışamamıştı ve kalabalık onu ürkütüyordu. İçeriye girmeye cesaret edemedi. Hava kararana ve kalabalık dağılana kadar bekledi. Sonunda kendi kendine gülümseyen ufak tefek bir kadın, dalgın ve yavaş adımlarla yanından geçip gitti. Adam o gece günlüğüne, “O kötü biri. Sırrımı biliyor. Bana yardım etmek istediğini sanmıştım ama aslında beni yok etmek istiyor, çünkü ben düşenim.” diye yazdı.
Anna, resimlerini inceleyen, sorular soran, karanlıkta birbirlerine çarpıp duran, elini sıkan, tebrik eden ya da tepeden bakan bir sürü insanın ortasında kendini yapayalnız hissetti. Resimleri insanlara ulaştığında onlarla arasında bir bağ kurulacağını hayal etmişti hep. Resimlerinin onların hayatına bir anlam katacağını ummuştu. Hatta bazıları Anna’nın kendilerini anlattığını düşünecekler, onunla yakınlaşacaklar ve yalnızlığını yok edeceklerdi. Anna’ya göre resim yapmanın amacı buydu: Paylaşmak. Oysa en büyük sırrını açtığı insanlar bunun farkında bile değillerdi.
Arkadaşları geldiler ve onu göklere çıkardılar. Resimlerini övdüler. Okula dönüp dönmeyeceğini sordular. Onu özlediklerini söylediler. Anna, aslında hiçbirini tanımadığını düşündü. Ama nasılsa, onlarlayken onlar gibi olmayı başarıyordu. Ve nasılsa, gerçekte hiçbirinin kendisinden etkilenmediğini de biliyordu.
Adam bekledi. Ufak tefek kadın, hava karardıktan az sonra arkadaşlarıyla birlikte dışarı çıktı. Biri ona bir bira verdi. Kadın devamlı kahkahalar atıyordu. Adam o gece rüyasında hamile bir kadın gördü. Kadın hem Anna’ydı, hem değildi.
Ertesi akşam, Anna’nın arkadaşları binanın avlusunda ateş yaktılar. Kasa kasa biralar, soğuğa aldırmayan öğrenciler, sanatçılar ve eleştirmenler tarafından tüketilmek üzere bahçeye yığıldı. Tek tük ağaçlara japon fenerleri asıldı. Anna’nın avluya inip inmemesi önemli değildi. Bu bir kapanış gecesiydi ve partinin kimin için verildiğinin önemi yoktu. Önemli olan orada olmak ve görünmekti.
Anna, binadaki tek pencereden bahçede olan biteni izliyordu. Mavi saçlı, balon etekli kızlar, eşofmanlarının arkasına tilki kuyrukları sıkıştırmış başka kızlarla dedikodu yapıyorlardı. Ateşin başında sigara saran erkekler birbirlerine çekingen ama imalı bakışlar yolluyor, aralarında sergi hakkındaki makaleyi yazmış yaşlı kadının da bulunduğu eleştirmenler topluluğu konuşmadan purolarını tüttürüyorlardı. Ünlü tasarımcıların giysilerini tüylü kulaklıklarla kombine etmiş Japon kadınlar, etraflarını sarmış güzel sanatlar öğrencileriyle konuşuyorlardı. Sohbet hep aynıydı ve içinde sergiye yer yoktu. Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükselirken, Anna binanın içinde belli belirsiz bir gölge görür gibi oldu.
Elindeki el fenerini sıkı sıkı tutarak odaları dolaşmaya başları. Bir yerlerden benzin kokusu geliyordu. Bir kaç dakika sonra Anna’nın dar ve karanlık koridora tuttuğu fener, duvarın dibine sinmiş bir silüeti aydınlattı.
Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükseliyordu. Anna, kendisine bakan bir çift iri, siyah, korkmuş göz gördü. Gerçek olamayacak kadar zayıf ve sert hatlı, yine de tuhaf biçimde tanıdık, bembeyaz bir yüz gördü. Titreyen, uzun parmaklı elleri ve o ellerin sıkı sıkıya kavradığı yarısı boş bidonu gördü. Fener yalnızca küçük bir bölgeyi aydınlatabildiğinden, Anna parçaları zihninde birleştirmek zorundaydı.
Cılız bir ses, “Annem” dedi.
Titrek bir ses, “bebeğini düşürdüğünde tıpkı böyle görünüyordu.” dedi.
Bir ceset kadar beyaz bir el, Anna’nın resimlerini işaret etti.
Güç duyulan bir fısıltı, “Beni düşürdüğünde.” dedi ve sustu.
Anna, soğuktan birbirine çarpan dişler gördü.
Birden yükselen ses, “Ama sen bütün bunları biliyorsun.” dedi.
Bulanık gören nemli gözler, “Bunları yaşadın. Gördün. Ama kimseye söylemedin.” dercesine baktılar.
Tizleşen ses, “Toprağa düştüm, ama yaşamayı başardım.” dedi.
“Bir hayalet gibi.”
Anna soluğunu tuttu.
“Beni aramaya gelmedi.”
Anna geriledi. Gülümsemeye çalıştı, başaramadı.
“Beni tanımadı. Ama sen tanıyorsun.”
Titreyen bir parmak, Anna’nın resimlerini işaret etti.
“Kan” dedi tükenen bir ses, “benim.”
Anna, o an, adamın komik ama çok mutsuz biri olduğunu düşündü. Anna o an, adamın bu dünyada onu anlayan tek kişi olabileceğini fark etti. Bahçede birileri çılgınca tepinmeye, başka birileri çılgınca öpüşmeye başladılar. Yaşlı eleştirmen üşüdüğü için partiyi terk etti. Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükseliyordu. Anna adama bir adım yaklaştı. Okulu düşündü. Banyodaki kanları ve küçük et parçalarını düşündü. İnsanın, büyük acılar çekmeden sanatçı olamayacağını söyleyen hocalarını düşündü. Kafenin duvarlarındaki siyah-beyaz fotoğrafları düşündü. Kendi endişeli, gülümseyen çocuksu yüzünü. Birden anladı.
Bahçedeki ateşler sönmüştü. Partidekiler avlunun aydınlandığını uzun süre fark etmediler. Sonunda, Anna’nın bir aralar birlikte olduğu genç bir tiyatrocu kafasını kaldırıp binadan yükselen alevleri fark etti.
Birkaç gün sonra bir gazete, Anna’nın günlüğünden pasajlar yayınladı. Çoğu, hiç doğmamış olmaktan, resim yapmaktan, uçurumun içinde yaşamaktan, resim yapmaktan, büyülü bir şeylere dokunmaktan ve yine resim yapmaktan söz eden anlamsız ve bölük pörçük şeylerdi.
Zeynep Alpaslan
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder