Ocak 28, 2011

Bülent Ortaçgil - Sen

Yeni albümün şarkılarını yavaş yavaş dinliyorum. En kısa zamanda temin edip arşive katacağım. Bunca zaman sonra yeniden kavuşmuşuz, almasak olmaz :)
Dinlediklerim içinde ilk dikkatimi çeken şarkısını paylaşıp sonrasında da albümle ilgili güzel bir röportajı ortaya atıp kaçacağım. Gelecek olan deniz kokusunun tadını çıkarın :)



Şarkılarım kitlesel olsa Türkiye başka bir ülke olurdu

Bülent Ortaçgil albümü beklemek hayranları için nasıl büyük gerginliktir anlatmak çok güç, kendimden biliyorum. Altı ay önce 40. Yılı için Harbiye’de vereceği konser arifesinde röportaj yaparken öğrenmiştim yeni albüm zamanının geldiğini. En son 2003 yılında “Gece Yalanları” demişti Şarkı Baba. “Hâlâ ismine karar veremedim” dediğinde öyle telaşlanmıştım ki kendimi isim ararken buldum, bana ne oluyorsa…
Bülent Ortaçgil albümü beklemek hayranları için nasıl büyük gerginliktir anlatmak çok güç, kendimden biliyorum. Altı ay önce 40. Yılı için Harbiye’de vereceği konser arifesinde röportaj yaparken öğrenmiştim yeni albüm zamanının geldiğini. En son 2003 yılında “Gece Yalanları” demişti Şarkı Baba. “Hâlâ ismine karar veremedim” dediğinde öyle telaşlanmıştım ki kendimi isim ararken buldum, bana ne oluyorsa…
Ortaçgil’in sizin şarkınızı yazdığına inanıyorsanız yeni albüm, doğumhane önünde çocuk beklemeye dönüşür, bana ne kadar benziyor, beni ne kadar anlatıyor? Albümü alır almaz dinlemeye girişemezsiniz. Önce gündelik işinizi bitirir, dünyayla irtibatınızı askıya alırsınız… Bir kahve eşliğinde hazırsınızdır artık… Bir çırpıda birkaç kez dinler ve bir türlü beğenmezsiniz. Kafanızdaki en iyi Ortaçgil listesiyle dövüştürürsünüz zavallı tazecikleri, kaybetmeye mahkumdurlar. Artık şarkı değildir çünkü eskiler; geçmişiniz, sevgiliniz, kötü gün dostunuzdur. Dünyanın en acımasız insanı değil midir zaten hayran dediğin. Bütün sevgisiyle, kıskançlığıyla, inanmışlığıyla öldürüverebilir bir anda tanrısını…
“Sen”, yani yeni albüm, bir “eksen kayması” ile karşıladı beni. En büyük kent ozanımız sokaklardan, kaldırım taşlarından, minibüs duraklarından değil denizden, adadan, poyrazdan, dümenden bahsediyordu. 40 yıldır aynı mahallede oturduğumuz sevgili komşumuzu denize mi uğurlamıştık? Deniz ozanı mı diyecektik artık? “Adalar, artık dar gelir bana odalar” diyordu “Sen” in altı numarası. Eeee biz kalmış mıydık şimdi buralarda?
“Sen” önce bir deniz tutması hissi ile “Ben buradayım” diyor. Herhangi vasıtayla anlatırsa anlatsın, ille de insandan bahsediyor ya sonuçta Ortaçgil, yabancılamanız pek de uzun sürmüyor. Biraz sakinleştikten sonra “Sen” yanı başınıza kurulup, en iyiler listenizi taşlamaya başlıyor. Zaten “Deniz kokusu getiriyorum” dememiş miydi yıllar evvel Ortaçgil, alın işte alasından deniz kokusu…
“Yaşadığım hayatta yılın altı ayı deniz kenarında yaşadığıma ve deniz panoramasına baktığıma göre şarkılarımda denizi kullanmam son derece doğaldı zaten. O şarkılarda deniz vasıtasıyla ilişkileri anlatma da vardır. Altı ay şu karşı ki manzaraya baksaydım, herhalde kara pencereler, deliklerle ilgili şarkılar yazardım…” diye başladı anlatmaya Ortaçgil. “Ben artık yaşını başını almış, emeklilik kıvamına gelmiş birisiyim. İstanbul’da emekliliğimi geçirmeyi asla düşünmem. Orası basit, az şey var, acele yok, bir kent temposu yok, pislik de yok. Kendine özgü yaşama şekli var. Ben Bozburun’dayken bana ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorulduğunda ‘Hiçbir şey yapmıyorum’ diyorum. Hakikaten de hiçbir şey yapmıyorum gibi geliyor. Hiçbir şey yapmadan bir hayat geçer mi? Hakikaten geçiyor. Sabah kalkıyorsun, kendini o yavaş ritme bırakıyorsun ve bir iki bir şey yapıyorsun, bir bakıyorsun akşam olmuş.

Müzisyenin aylağı mı makbul?
Bütün sanatçılar için tembellik bir zorunluluktur. Bu işle uğraşan insanların kendine ayıracak vakitleri fazla olmalı, düşünmeliler… Zorluklarla, sevmedikleri bir işle uğraşıp kendilerine ayıracak zamanları kalmazsa bu ruhsal sorunlara yol açabilir. Müzik de böyle tabii ki. Bir enstrümancı düşün, o çalgıyı öğrenmek için saatlerce başında durmalı. Şiir yazan insanın kullanacağı malzeme, kağıt, kalem ve Türkçe… Herkes biliyor bunları zaten. Ama müzik yapan insanın o kalemi kullanabilmesi için en azından 4-5 yıl tekniğini öğrenmesi lazım. Ancak ondan sonra ses çıkarabiliyor, ancak ondan sonra dinlenilebilir bir kıvama getiriyor. Müzik çok zor ve kendi başına mesai harcamayı gerektiren bir sanat. Geleneksel aile ilişkilerinde bu nasıl becerilir bilmem, çünkü yalnız kalmak lazım bu işi yapmak için.

7 koca sene albüm yapmamak özenle mi ilgili yoksa kolay şarkı yapamamakla mı?
Biraz özenle ilgili tabii, ama asıl önemlisi, yeni yaptığım işlerin daha önce yaptıklarımla karşılaştırıldığında gerçekten yeni olması lazım. Popüler müzik kendini çok tekrar eden bir müzik. Benim x şarkımı beğenen birine ona üç aşağı beş yukarı benzeyen y, z diye şarkılar yap, yeniden kullanabilirsin. İnsanlar bunu talep ediyorlar zaten. Şarkı yazıyor olmak öyle bir şey değil ama. O güne kadar yaptığın formu aşabilecek, en azından onu değiştirebilecek bir yenilik yapmalıyım ki yapayım. Mesela bu albümü de onu yakaladığım için yaptım. Yoksa bu albümdeki şarkıların demo halleri beş yıldan beri var.
BAZEN BİR SENEDE
BİTİREMEZSİN BAZEN
BEŞ DAKİKADA ÇIKAR
“Sen”, sadece deniz kokusuyla farklı değil, bambaşka bir soundu var yaylıların etkisiyle. Yaylı düzenlemelerini mi bekliyordu şarkılar?
Bir defter aldım, bu şarkıları hiç yazmadıysam yüz defa tekrar yazmışımdır. “Aaa güzel oldu” deyip, üç gün sonra baktığımda beğenmeyip attım, yeniden sağını solunu kurcaladım. Örneğin bir 10. şarkı vardı. Diğerleri gibi önceden müziğini kurgulamış ama bir türlü sözlerini yakıştıramamıştım. Son anda attım albümden, bitiremedim sözleri…

Sırası bile belliydi demek…
Evet, onuncu şarkıydı o işte, ama yapamadım. Nerdeyse albüm çıkacak, bir gece önce yaptığım “sen-ben” şarkısını koydum. Bir gecede çıktı, müziği ve sözleri. Şarkı böyle bir şey. Bir sene uğraşır beceremezsin, bir başkasını 5 dakikada yazarsın…

Yaylıları Zuhal Olcay’a hazırladığınız “Başucu Şarkıları”nda denemiştiniz. Bu albümde değil onda şaşırmıştım ben aslında yaylı işine…
Benim müzik dinleme serüvenime bakarsan; ben popüler şarkılardan başladım, ondan sonra bir dönem tamamen klasik külliyat dinlemişimdir. Bütün klasikleri bilirim. Dinlemiş ve zevk almışımdır. Ne yazık ki müzik okumadım, onları deşifre edip o mantıkla yazamam. Yıllardan beri hayal ettiğim şey kendi şarkılarımı bir yaylı grubuyla orkestrayla çalmaktır. Çok güzel tınlayacağını düşünürdüm. Bu albüm öncesi Baki’yle (Duyarlar) kafa kafaya verip böyle bir şey yapmaya karar verdik. Dikkat edersen solist yoktur, çağdaş gitar soloları yoktur… Esprisi yaylıdır albümün.

Yaylıların hakimiyeti nedeniyle mi Erkan Oğur yok bu defa?
Erkan bir şahsiyet oldu artık. Dünyanın sayılı gitarcılarından biri ve aynı zamanda folklorik şeyler yapıyor. O kadar uzun yıllar birlikte çaldık ki artık Erkan’ın kendi yolundan gitmesi gerekiyordu. Ortaçgil grubunun bir yan adamı olacak hali yok onun bu saatten sonra. Pratik olarak da vaktimiz uyuşmamaya başladı. Bu Su Hiç Durmaz’ın solosu Erkan Oğur kokar mesela. Şimdi o soloyu Erkan Oğur dışında bir x adam çaldığı zaman o iş başka türlü oluyor, insanlar ona alışmış oluyor… Bu albümde de yeğenim Barlas çaldı elektrik gitarı, ben onun dayısıyım yani. Kulağından tutup çaldırdım…
‘AYRINTILAR’ BENİ
UZUN SÜRE DÜMDÜZ ETTİ
“Sen” ismini zor buldunuz sanırım…
İsme uzun süre karar veremedim… Genelde öyle oluyor. Sen Sorumlusun şarkısında adı geçen kahraman her yere Ayşe, Ahmet her neyse yazar ya… Ben de öyle bir şey yapayım ama o bir kişiye değil ama genele hitap etsin, “sen” olsun diye düşündüm.
Eşim “Ayrıntılar İçimde” ismi için çok ısrar etti. Benim tek itirazım şu oldu; o bir orta yaş muhasebe şarkısı, bütün albümü öyle belirlemek istemedim. Onu öne ittiğimde çok dramatik bir albümmüş gibi olacaktı. Beni de uzun süre dümdüz etti o şarkı. Ama artık çok yabancılaştığım için etkilenmiyorum, 500 kere dinlediğim için…
‘KEŞKE’ DEME SADECE YAP
Telefon enteresan bir şarkı. “Artık özel hayatımız yok” diyor. Ama bunu çemkirerek söylemiyor. Sizin kuşağınız zamanın değişmesi karşısında, “Eskiden şöyleydi böyleydi” diye hayıflanır genelde, Ortaçgil nasıl bu kadar barışık olabiliyor çağa?
Ben “keşke” sözcüğünün kalkmasını diliyorum hayattan. Zaman geçip gidiyor, keşke desen ne oluyor? Sen “keşke” deme, sadece yap. Yanlış yaparsan yanlış yapmış olursun. Benim şikayet mekanizmam daha farklı. Aslında Telefon en çok şikayet eden şarkı gibi de düşünülebilir. Ama defacto bir durum olduğunun da farkındayım telefonun, ne dersen de… Zırt diye çalıyor telefonun. Gizlimiz saklımız bitti, yok artık. Bu, hayat bu. İstersen kapatabilirsin telefonunu, ama kapatmayacaksın nasıl olsa.
(İstanbul/EVRENSEL)

BENiM YAPTIĞIM FOLKLORDEN NE KADAR FARKLI BiLEMiYORUM
40. yıl konserinde asla kitleselleşmeyeceğinizi bildiğinizden bahsetmiştiniz, nasıl bu kadar eminsiniz bundan?
Değilim, ama bu şarkı kitlesel olsa Türkiye başka bir ülke olmalıydı, ama değil. İnsanların istedikleri mesleği yapabildiği, bilmem ne kadar gelir elde ettikleri, mutlu insanların ülkesi olurdu herhalde.
Folklorik çıkışlı bir müzik de değil benim yaptığım. Bu topraklara mı ait? Şehirli görüşüne mi ait? Böyle bir karışıklık var. Ben kentli insanın dünyada hep aynı olduğuna inanıyorum. New York’un, İstanbul’un ya da Bursa’nın nüfusları farklıdır, ama kentli duygusu, kentli insanın davranış ve sorumlulukları aynıdır. Folklorik çıkışlı olana hürmetim var o ayrı mesele. Konservatuvar o yüzden var zaten, bu müziklerin korunması için. Benim yaptığım folklordan ne kadar farklı onu da bilemem. Mesela Erkan Oğur çaldığı zaman folklorik oluyor. O içine sokuyor, ben çaldığımda olmuyor, yaylılarla çaldığınızda hiç olmuyor.

Bizim topraklarımızda sizin yaptığınız gibi sözü güçlü, anlatıma dayalı müzikler var aslında…
Hepsi var tabii ama bu benim çıkmazımdan gelen bir şey. Kırşehir’in bilmem ne kasabasında çocukluk geçirmiş, oralı olmuş biri olsaydım muhtemelen başka bir form kullanırdım. Ama ben İstanbulluyum ve İstanbul’un Bizans müziğinden başka bir folkloru yok bildiğim kadarıyla, bağlaması yok mesela…

Sizin ki folklor olmayacak mı artık? 40 yıldır İstanbulluyu, kentliyi anlatıyorsunuz…
(Gülüyor) Güzel fikir ama bilmiyorum…

POP MÜZİK DİNLEYİCİLERİ BİR AN ÖNCE NEXT’E BASAR
Her albümde mutlaka bir değişiklik yapıyorsunuz, bunu, söylediğiniz gibi çok önemsiyorsunuz ama 10 kişiden 9 u bu değişimleri fark edemiyor belki de …
On kişiden dokuzu müzikten anlamıyor demektir bu. İnsanların en çok vakit harcadıkları sanattır belki müzik ama çok zor anlaşılırdır da müzik. Benim için müzik başlı başına yapılması gereken bir iştir. Oysa insanlar daha çok fonda dinler müziği, ders çalışırken falan… Ya da slogan gibi dinler, sadece sloganları aklında tutar, ne bileyim… Pek çoğuna birliktelik vurgusu vermek için vardır müzik, pop müziğin bir amacı da odur mesela, arkadaşlarla birlikte şarkı söylemek gibi… Benim şarkılarım o kadar basit olmuyor ne yazık ki, altından kalkmak için defalarca dinlemelisin. Pop müzik dinleyenlerin öyle çok vakti yok ki. Bir an önce beğenip ya da beğenmeyip, next yapmalı, bir diğerine geçmeli.

‘NiÇiN’i YAPTIĞIMDA BELKi DE HiPPiYDiM
“Niçin” neden 40 yıl sonra ortaya çıktı?
Ümit Tunçağ hatırlattı onu bana. 1969 yılında İzmir’e gittiğimizde Ümit’e ben 8-9 şarkı kaydetmiştim, TRT’de. Sonra unuttum gitti o kayıtları. Bir İzmir konseri çalarken Ümit, “Yahu böyle bir şarkı vardı neden çalmıyorsun? Bu kuvvetli, kitlesel olabilecek de bir şarkı…” dedi.

Kitlesel olur diye çalmadın mı abi?
(Gülüyor) Yok, alakası yok. Benimle Oynar mısın? yapılırken ben 30 tane falan şarkı yazmıştım. O şarkılar içinden eledim bunları. Kimisi İngilizce, kimisi yarım yamalak, kimisi çok özel, kimisi boktandı. Nedense bunu da elemişim. Ümit hatırlatınca, “İnsanlar bunu da duysun” dedim. ‘69 yılında, şimdi beni dinleyen insanların çoğu doğmamışken böyle bir şarkı yapmışım. Hem dinlesinler, hem de neden Benimle Oynar Mısın?’a almadım diye düşünüp karar versinler diye.

Ayrıksı duran bir şarkı Niçin pek çok bakımdan, hem çok neşeli bir şarkı hem de Ortaçgil’in kendine özgü “şikayetçiliğini” yansıtıyor. “İnsanlar susuyor, insanlar duruyor” falan diyor.
Düşün; şimdi 60 yaşındayım, o şarkıyı yazdığımda 19 yaşındaydım.

Belki 19 yaş için, hem de ‘69 yılında yazıldığı düşünülecek olursa naiftir bile…
Eşim mesela “Senin müzikolojin için çok fazla neşeli bir şarkı bu” diyor. Bakıyorum hakikaten haklı, “Yürüyelim açık havada” falan.. Belki de hippiydim o sıralar hatırlamıyorum…


Devrim Büyükacaroğlu
http://evrensel.net/haber.php?haber_id=80862

Ocak 26, 2011

biraz da burdan bakalım...

Bazen bu yanım çok ağır basar ve uzun uzun dinlerim sıkılmadan. Bugün çok yoğundu ve biraz da stresli-tam bilmiyorum tasvirini aslında-, sonrası nasıl olacak derken bir anda takıldım ve içime döndüm.
Müzeyyen yorumu ile yıllarım geçse de Şevval yorumunu da ayrıca sevdiğimden bugün Şevval sesinden dinledim.
İşte......


Ocak 25, 2011

Mabel Matiz / Konserrrr

Mabel'in konseri vaaaaaaar, hadi gidelim dinleyelim, ruhumuzu şöyle bir titretelim..
Kendisini çok çok ayrı severim. Myspace üzerinden başlayan bir tanışma sonrasında hayatıma girmiştir, iyiki de tanıdım dediğim insanlardandır.
Şarkıları ve kendisi için :
http://www.myspace.com/mabelmatiz



Gram konser serisine, çok derinlerden bir yerden


İnternet üzerinden yayımladığı parçalarıyla, oldukça kalabalık bir dinleyici kitlesine ulaşan ve ilk albümünün hazırlıkları bitmek üzere olan Mabel, üçüncü İstanbul konserini Kadıköy yakasında, Gram'da veriyor. kendi deyimiyle; "Hatıralar aşkına, Düş Bahçeleri'nde dostlarla meşk etmeye!"
Gitar Vokal: Mabel Matiz
Gitar Vokal: Cihan Mürtezaoğlu
Perküsyon: Ayten'indo

Görseller: Zeynep Özkazanç


27 Ocak Perşembe 2011
21:00

Giriş: 10tl


Gram
Kadife Sk. 19/2 (Barlar Sokağı) Kadıkoy

Zeynep Alpaslan - Anna

Blog gezintilerim sırasında denk geldim ve öykülerini okuduğumda kendisinden izin de alarak paylaşmak istedim. http://zeynepalpaslan.blogspot.com/ , çok güzel ve farklı paylaşımları var. Diğer öykülerini de mutlaka okuyunuz!


Anna
(altZine'de yayımlandı.)

Anna, bacaklarının arasından siyah kanlar akan, deforme olmuş vücutlar çiziyor. Asık suratlı, sert bakışlı, göğüsleri sarkmış, anoreksik genç kadınlar. Dirsekleri ve dizleri yara içinde. Tırnakları uzamış ve kıvrılmış. Şekilsiz, dümdüz kalçaları ve kocaman yamuk ayakları var. Bir gölgenin defalarca kopyalanmış ve aslından başkalaşmış formuna sahipler. İnsan Anna’ya, onun çocuksu yüzüne ve zarif, yuvarlak kıvrımlı vücuduna baktığında bu resimlerin sahibinin gerçekten o olduğuna inanamıyor ve sürekli gülümseyen bu sevimli kızın aslında neleri gizlediğini merak ediyor.

Anna, kafenin loş ışığının yüzündeki endişeyi gizlemesini umdu. Atkısını boynuna doladı. O kış Berlin, geçen kıştan bile soğuktu. Hayat durmuştu sanki. Yaşlılar evlerinden dışarıya adım atmaya korkar hale gelmişlerdi. Anna’nın arkadaşları ise geceleri evlerinin avlularında değil kafelerde toplanıyorlardı artık. Yine de sohbet hep aynıydı, güzel sanatlar öğrencilerinin sohbetleri her yerde, her zaman, kuşaklar boyu aynıdır çünkü. Anna, “Bıraktığım yerdeler,” diye düşündü. Tek fark, bu sefer bira yerine bol bol kahve ve konyak içiliyor olmasıydı. Masada, hiç acı çekmemiş birinin bir şeyler üretip üretemeyeceği tartışılıyordu. Sonunda, hiç acı çekmemiş birinin var olmadığına karar verdiler. Anna titriyordu. Soğuktan ya da öfkeden. Nasıl oldu da hiçbiri açılışa gelmedi?

Anna, kafenin duvarlarında asılı siyah-beyaz fotoğraflara baktı. Okulu bırakmadan önce hayranlıkla izlediği, ezberlediği yüzler. Yönetmenler, ressamlar, yazarlar. Beyaz şarap ve karanfilli sigara içen dağınık saçlı, genç tiyatrocular. Anna, içlerinden birkaçıyla birlikte olmuştu. Hepsinin gözlerinde aynı ifade vardı. Tatmin olmuş, alçakgönüllü, mutlu ve hafif deli bakışlar. Ayna karşısında çalışmışlar gibi. Buradaki herkesin olmak istediği gibi. Anna, kimseye veda etmeden masadan kalkıp gitti.

Adam, o gece günlüğüne “Uçurumun içinde, yeniden öldüm.” diye yazdı. Ertesi sabah bunu “Birisinin hayaletiyim, ama kimin?” diye değiştirdi. Adam komik ama çok mutsuz biriydi.

Sergi, Rosa Luxemburg Platz’da, dar ve bakımsız bir ara sokaktaydı. Anna, mekan olarak yalnızca bu eski ve rutubetli taş binayı bulabilmişti. Resimlerini tuvale değil, buruşuk paket kağıtlarına yapıyordu. Bu kağıtlar çok ince ve hassas olduklarından taşınmaları ve asılmaları epey zahmetli olmuştu. Kimse yardıma gelmemişti. Binanın elektirikleri kesikti. Anna her şeyle tek tek, kendisi ilgilenmek zorunda kalmıştı. Merdivenlere ve koridorlara küçük mumlar yerleştirmiş, el fenerleri satın almıştı. Anna karanlıkta paltosunun içinde titreyerek kahve ve sigara içiyordu. Yalnızken bile gülümsediğinden, onu bu halde görenler ağlamak üzere olduğuna asla inanmazlardı.

O gün Anna’nın tek ziyaretçileri, akademisyenlerin ağzından konuşmayı sevdikleri belli olan iki öğrenciydi. Kabarık saçlı, salaş giyimli bu kızlar, ellerinde fenerlerle, burunlarını çekip durarak, büyük bir heyecanla gezdiler sergiyi. Kendi aralarında fısıldaşarak konuştular. Bina, sesleri yutar gibiydi. Ayrılmadan önce Anna’ya, bütün resimlerde görünen siyah kanların, adet kanının mı yoksa bekaretin bozuluşunun mu yoksa kendi bedenine yabancılaşmanın mı simgesi olduğunu sordular.

Adam o gece rüyasında hamile bir kadın gördü. Kadın hem annesiydi, hem değildi. Ellerinde tuhaf yaralar vardı. Adam, kadının karnında kımıldayan şeye dokunmak istedi, yapamadı. Adam uyanınca rüyasını hatırlamadı ama günlüğüne, “Kendimi parçalıyorum. Kendimi parçalara ayırıyorum ve bu parçaları eziyorum. Püre oldum. Tek istediğim büyülü bir şeylere dokunabilmek.” diye yazdı.

Eleştirmen, elindeki feneri resimlere değil, binadaki çatlaklara doğrultmayı yeğlemiş görünüyordu. Anna gergindi, fakat gülümsüyordu. Yaşlı kadını rutubet kokan odalarda gezdirirken kendine olan güveninin gitgide azaldığını hissediyordu. Bina, neşesini emiyordu sanki. Bütün gece kafasında kurduğu etkileyici ve açıklayıcı konuşmayı yapmaya cesareti yoktu. Sesinin titremesinden korkuyordu. Susuyor, içinden, “Sanatçı, eserini açıklamak zorunda değildir.” diye tekrarlayıp duruyordu. Resimlere aydınlıkta, bir bütün olarak bakmak yerine bu penceresiz, karanlık odalarda el fenerinin aydınlattığı parçaları birleştirmeye çalışmak yaşlı eleştirmeni yormuş olmalıydı. Ayrıca üşüyor ve üşüdüğünü belli etmekten zevk alıyordu. Ayrılırken, “Burası çiş kokuyor, buna bir çözüm bul, kızım.” dedi.

Adam, ertesi gün gazetede Anna’nın resimlerinden birinin fotoğrafını gördü. Zayıflıktan ölecek gibi duran kadının bacaklarının arasından akan kanın ne olduğunu anladı. Rüyasını anladı. Annesinin ona neden tanımayan gözlerle baktığını, neden kendini bir türlü gerçekmiş gibi hissedemediğini, neden etrafta hep toprak kokusu duyduğunu anladı. Adam, Anna’nın onun kim olduğunu bildiğini ve bu resimle ona ulaşmaya çalıştığını anladı.

“Doğal formunu yitirmiş, yaralı, çürüyen, sivrilmiş ve kıvrılmış bedenler, medyanın dayattığı güzellik anlayışına ve faşist estetiğe meydan okuyor. Çıplaklıkları onları savunmasız kılsa da, Anna Hermann’ın kadınlarının yüzlerindeki ifadeye baktığınızda, terk edilmiş olmalarının öfkesini ve kanlı bedenlerini sergilemelerinin utanmazlığını görüyorsunuz. Toplum normlarının dışında kalmış bu yaralı kadınların neredeyse karikatürize edilmiş acıları, adet kanamalarının hala tabu olmasına isyan eden bedenleri, sergi mekanı metruk binanın çatlak duvarlarıyla uyum içinde...”

Anna gözlerindeki yaşları sildi. “Anlamamış.” diye mırıldandı. “Kimse anlamıyor.” Son paragrafı sesli okudu:

“Elinizde fenerlerle, küçük havasız odalara girip çıkarak ve binanın soğuğunu iliklerinizde hissederek sergiyi gezmek başlı başına bir deneyim, ayrıca resimlerin tamamını tek seferde göremediğinizden, parçaları zihninizde birleştirmek zorundasınız. İnanın, Anna gibi sevimli bir rehberiniz varken bütün bunlara değer.”

Anna gazeteyi bir kenara fırlattı ve bir sigara yaktı. Okulu düşündü. İlk senenin sonunda herkesin nasıl birdenbire değiştiğini. Kendi yeteneklerini öven seslerini, kendilerini takdir eden gülümsemelerini, sahte kafa karışıklıklarını, “tek amacım ressam olmak”ları, “resim yapmadan yaşayamam”ları, “kendim için resim yapıyorum, tanınmak umrumda değil”leri.. onların yanında kendini ne kadar küçük ve görünmez hissettiğini hatırladı. Anna, okulu düşündü ve dalıp gitti. Birkaç saat sonra bina insanlarla dolup taşmıştı.

Adam metruk binanın girişinde durdu. Gözleri güneş ışığına alışamamıştı ve kalabalık onu ürkütüyordu. İçeriye girmeye cesaret edemedi. Hava kararana ve kalabalık dağılana kadar bekledi. Sonunda kendi kendine gülümseyen ufak tefek bir kadın, dalgın ve yavaş adımlarla yanından geçip gitti. Adam o gece günlüğüne, “O kötü biri. Sırrımı biliyor. Bana yardım etmek istediğini sanmıştım ama aslında beni yok etmek istiyor, çünkü ben düşenim.” diye yazdı.

Anna, resimlerini inceleyen, sorular soran, karanlıkta birbirlerine çarpıp duran, elini sıkan, tebrik eden ya da tepeden bakan bir sürü insanın ortasında kendini yapayalnız hissetti. Resimleri insanlara ulaştığında onlarla arasında bir bağ kurulacağını hayal etmişti hep. Resimlerinin onların hayatına bir anlam katacağını ummuştu. Hatta bazıları Anna’nın kendilerini anlattığını düşünecekler, onunla yakınlaşacaklar ve yalnızlığını yok edeceklerdi. Anna’ya göre resim yapmanın amacı buydu: Paylaşmak. Oysa en büyük sırrını açtığı insanlar bunun farkında bile değillerdi.

Arkadaşları geldiler ve onu göklere çıkardılar. Resimlerini övdüler. Okula dönüp dönmeyeceğini sordular. Onu özlediklerini söylediler. Anna, aslında hiçbirini tanımadığını düşündü. Ama nasılsa, onlarlayken onlar gibi olmayı başarıyordu. Ve nasılsa, gerçekte hiçbirinin kendisinden etkilenmediğini de biliyordu.

Adam bekledi. Ufak tefek kadın, hava karardıktan az sonra arkadaşlarıyla birlikte dışarı çıktı. Biri ona bir bira verdi. Kadın devamlı kahkahalar atıyordu. Adam o gece rüyasında hamile bir kadın gördü. Kadın hem Anna’ydı, hem değildi.

Ertesi akşam, Anna’nın arkadaşları binanın avlusunda ateş yaktılar. Kasa kasa biralar, soğuğa aldırmayan öğrenciler, sanatçılar ve eleştirmenler tarafından tüketilmek üzere bahçeye yığıldı. Tek tük ağaçlara japon fenerleri asıldı. Anna’nın avluya inip inmemesi önemli değildi. Bu bir kapanış gecesiydi ve partinin kimin için verildiğinin önemi yoktu. Önemli olan orada olmak ve görünmekti.

Anna, binadaki tek pencereden bahçede olan biteni izliyordu. Mavi saçlı, balon etekli kızlar, eşofmanlarının arkasına tilki kuyrukları sıkıştırmış başka kızlarla dedikodu yapıyorlardı. Ateşin başında sigara saran erkekler birbirlerine çekingen ama imalı bakışlar yolluyor, aralarında sergi hakkındaki makaleyi yazmış yaşlı kadının da bulunduğu eleştirmenler topluluğu konuşmadan purolarını tüttürüyorlardı. Ünlü tasarımcıların giysilerini tüylü kulaklıklarla kombine etmiş Japon kadınlar, etraflarını sarmış güzel sanatlar öğrencileriyle konuşuyorlardı. Sohbet hep aynıydı ve içinde sergiye yer yoktu. Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükselirken, Anna binanın içinde belli belirsiz bir gölge görür gibi oldu.

Elindeki el fenerini sıkı sıkı tutarak odaları dolaşmaya başları. Bir yerlerden benzin kokusu geliyordu. Bir kaç dakika sonra Anna’nın dar ve karanlık koridora tuttuğu fener, duvarın dibine sinmiş bir silüeti aydınlattı.

Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükseliyordu. Anna, kendisine bakan bir çift iri, siyah, korkmuş göz gördü. Gerçek olamayacak kadar zayıf ve sert hatlı, yine de tuhaf biçimde tanıdık, bembeyaz bir yüz gördü. Titreyen, uzun parmaklı elleri ve o ellerin sıkı sıkıya kavradığı yarısı boş bidonu gördü. Fener yalnızca küçük bir bölgeyi aydınlatabildiğinden, Anna parçaları zihninde birleştirmek zorundaydı.

Cılız bir ses, “Annem” dedi.

Titrek bir ses, “bebeğini düşürdüğünde tıpkı böyle görünüyordu.” dedi.

Bir ceset kadar beyaz bir el, Anna’nın resimlerini işaret etti.

Güç duyulan bir fısıltı, “Beni düşürdüğünde.” dedi ve sustu.

Anna, soğuktan birbirine çarpan dişler gördü.

Birden yükselen ses, “Ama sen bütün bunları biliyorsun.” dedi.

Bulanık gören nemli gözler, “Bunları yaşadın. Gördün. Ama kimseye söylemedin.” dercesine baktılar.

Tizleşen ses, “Toprağa düştüm, ama yaşamayı başardım.” dedi.

“Bir hayalet gibi.”

Anna soluğunu tuttu.

“Beni aramaya gelmedi.”

Anna geriledi. Gülümsemeye çalıştı, başaramadı.

“Beni tanımadı. Ama sen tanıyorsun.”

Titreyen bir parmak, Anna’nın resimlerini işaret etti.

“Kan” dedi tükenen bir ses, “benim.”

Anna, o an, adamın komik ama çok mutsuz biri olduğunu düşündü. Anna o an, adamın bu dünyada onu anlayan tek kişi olabileceğini fark etti. Bahçede birileri çılgınca tepinmeye, başka birileri çılgınca öpüşmeye başladılar. Yaşlı eleştirmen üşüdüğü için partiyi terk etti. Hoparlörlerden Doğu Alman Rock’ı yükseliyordu. Anna adama bir adım yaklaştı. Okulu düşündü. Banyodaki kanları ve küçük et parçalarını düşündü. İnsanın, büyük acılar çekmeden sanatçı olamayacağını söyleyen hocalarını düşündü. Kafenin duvarlarındaki siyah-beyaz fotoğrafları düşündü. Kendi endişeli, gülümseyen çocuksu yüzünü. Birden anladı.

Bahçedeki ateşler sönmüştü. Partidekiler avlunun aydınlandığını uzun süre fark etmediler. Sonunda, Anna’nın bir aralar birlikte olduğu genç bir tiyatrocu kafasını kaldırıp binadan yükselen alevleri fark etti.

Birkaç gün sonra bir gazete, Anna’nın günlüğünden pasajlar yayınladı. Çoğu, hiç doğmamış olmaktan, resim yapmaktan, uçurumun içinde yaşamaktan, resim yapmaktan, büyülü bir şeylere dokunmaktan ve yine resim yapmaktan söz eden anlamsız ve bölük pörçük şeylerdi.

Zeynep Alpaslan

Ocak 23, 2011

Tecavüz "insanlık" suçudur!

""İnsanlık” suçu olan tecavüze ve tecavüze bakışa; ezberci inanç ve düşüncelere, normatif Duygulanımlara, ahlaki yargılara, edilgen tepkisizliğe ve suskunluğa, yapıştırılan yaftalara, ataerkil söylemlere ve “İkinci Travma”lara - “İkinci Tecavüz”lere karşı, “Ananı da al git!” diyenlere ve yardakçılarına karşı, hamile kadınları dövenlere karşı, yumurta demagojisi destekçilerine, alkol ve haberleşme yasakçılarına, sanat yoksullarına karşı, perdesiz evi örtüsüz kadına benzetenlere karşı:

Ellerimizi Birleştiriyoruz!...

“Bedenlerimize,

Zihinlerimize,

Kişiliklerimize,

Temel Hak ve Özgürlüklerimize,

Cinselliğimize,

Cinsiyetimize,

Cinsel yönelimimize,…

Yaşamımıza!

Her an iktidar olma amacıyla tecavüz ediliyor!

Tecavüz “İnsanlık” Suçudur!...

Tecavüz, iktidarın, gücün kendinde olduğunu şiddetle kanıtlama çabasıdır!...

Tecavüz, -ilkel ya da uygar- fiziksel güç kullanarak iktidar olma sanrısı ve bu sanrıdan haz alma çiğliğidir!...

Tecavüz, Tecavüzdür!...

Hayalbaz Ekibi

www.hayalbaz.com

Ocak 22, 2011

music painting

"ti"nin takip ettiği benim de nadir baktığım blogda rastladım ve bayıldım...
hemen paylaşmak istedim.

Ocak 21, 2011

Jonneine Zapata - Good Looking

Kadın vokalleri hep çok sevmişimdir, bir de iyilerse tadından yenmez. derim, ki "ti" zaten kadın vokal uzmanıdır evimizde :) özellikle fransız vokaller konusunda ki buluşları takdir edilesidir. -artık müzik listesi yapsa da radyo programı olsa dimiiii-
Neyse konuya dönersek; akşam myspace'imi kurcalarken (uzun zaman oldu bakmıyordum ve hala en iyi arkadaşları düzenleme işini beceremedim) yeniden dinledim ve evet bu gecenin şarkısı da bu hatundan gitmeli dedim.
Canlı performans kayıtlarından göndermek isterdim ama ses kaliteleri pek iyi değildi, merak edenler youtube ve türevlerinden bakabilirler ;)
İlk dinlenildiğinde pj / tori arasında gidip gelen tarzı varmış gibi geliyor ama sonrasında kendine ait yorumu farkediliyor. Ayrıca "Cast The Demons Out" isimli albümü de yayınlamış ki ben henüz bulup dinleyemedim, bulan olursa paylaşımını seve seve kabul edeceğimdir :)
http://www.myspace.com/jonneinezapata adresinden diğer şarkılarını da dinleyebilir "burn" şarkısıyla ayrıca keyiflenebilirsiniz. Sözlerine yine bakmadan dinlediğim ve melodilerle anlamlandırarak paylaşım şarkımı sunar, hafif iş sonrası streslerden uzaklaşmak adına kabuğuma dönerim...
Huzurla...

Ocak 19, 2011

Ceylan Ertem - Çok Yakın

Ceylan'ın "Soluk" adlı albümünden ve albümü dinlemenizi tavsiye ederim. Zaten bu seste dinginliği yakalamamak mümkün değil... "Nazım'a" klibini de izleyelim mutlaka!



Albüm hakkında bilgi için: http://baykusmusic.com/?p=285
Ceylan kimdir diyenler için ise :
www.myspace.com/ceylanertem http://www.facebook.com/pages/Ceylan-Ertem-Official/282870824595

Ocak 18, 2011

The Dø - Dust It Off


The Dø yeni albümünü çıkarmış. Evrensel Müzik sayesinde dinleme şansım oldu. Bütün gece şarkılarını döndüreceğime şüphe yok, özlemişim :) Dikkatimi çeken ilk şarkıları ve her zaman ki tercihim ile live(canlı) versiyonu..
Keyifli dinlemeler...

Albüm için:http://evrensellmuzik.blogspot.com/2011/01/do-slippery-slope.html
Grup hakkında detay için: http://www.myspace.com/thedoband


Ocak 12, 2011

Düşünkara fanzin


Uzun zamandır bilgisayar arızasından dolayı ancak gönderim yapabiliyorum.


Bu sayıda:

"İşin Sırrı Olin'de İki Kere Rafine" yazısı ile Marmara tuzla buz olmuş kendiliğini, bir gerçek düşün içinde anlattı....

"Bir Filozofla Küçük bir Hasbıhal" eden Mustafa Özkan, bir gün evimizin kapısını açtığımızda karşımıza çıkabilecek en dinlenesi misafirle sohbet etti.

"Mahalle" yazısıyla Kağıttan gemi, bir mahalle kadar kal
abalık düşüncelerini tüm mahalle sakinleri pencerelerini sonuna dek açıp dinleyinceye kadar anlattı...

Levent Tok, darmadağınık ruhları anlattı.

"Zibidi Zindanları"nda Mehmet Çalışkan, yine çok farklı
ögeleri kullanarak öykü yazdı. Yavru filler, sinekler, matkap sesleri ve zindanlar...

Shigella, rüyasına aldığı karanlığı anlattı. Yazıyı okurken fonda, Coldplay - Fix You çalıyor, o kesin..

İmge, Adam yazısı ile Edip Cansever'in şiirini ritmledi. Anlattığı masa, sonsuz ağırlığıyla bir tek bu kelimelerden şikayet etmiyordu.

"Aşık Serseriler, Tezler ve Bezler" ile Raindog, Godard'ın A Bout of Souffle filminden yola çıkıp, kadınlar hakkında tezler üretti, aşkı kadınlar üzerinden yorumladı, sonra da eline bir bez alıp temizledi.

Nursevinç Karakuş, "Tanrı, Çocuk, Aşk ve Dünya üzerine" yazısıyla tüm bunların hepsinin deviniminden bahsetti.

Mehmet Atakan Foça, "altı temmuz gecesi'ne" anlaml
ı bir mesaj gönderdi.

"Alacakaranlık" yazısıyla Sert Sessiz, seviliyor olmanın getirdiği özgüvenden bahsetti. Sevgisizliği hiç tanımayanın bunu fark ettiği noktada geri dönüş yoktu.

"Kitaplık" yazısı ile bir nesne olmakla insan olmak
arasında gidip gelen ve bu yolla varoluşmaya çalışan c.u....

"X = 1 - Ankara" şiiriyle Kerim Akbaş... Cemreler, isyanlar, güvercinler, şehirler vardı...

"Kahveyi Anımsatan Islak Battaniye" ile üstünü örttü tüm kelimelerin ve öyküye dönüştürdü Yasemin Şahin.

Likyalı Markus, taze et gibi bir günle başladı, bizi saçaklarımıza ayırıp uyuttu..

"Bulantı" ile Siyah Ojeli Mesnevi, bir masal, halüsinasyon, tozlu kitaplar ve aşktan söz etti. Hepsi var'dı.

"Sonsuz Merdiven" yazısıyla Yağmur Güncesi, Christopher Nolan'ın son filmi Inception'ı ve gece yanıbaşında yürüyen insanların onun zihnindeki merdivenleri çıkan birer "kendine yabancılar" olduğunu ve neticede hepsinin Aragon'un şiirindeki "Yalnız İnsan"lar olduklarını anlattı.

Onur Güler "Tijesa" ise 7. sanata göndermelerle şiirimsi düz yazısını paylaştı. "Neydi Derecesi?"...

Çizitema konumuz "Uyku" idi. Çizimleriyle Ody Saban, Mert Gürkan, Cemal Keleşoğlu, Adım İzleri ve Onur Güler "Tijesa" katkıda bulundular. Bir sonraki sayının çizitema konusu "Sokak", çizim, karikatür, kolaj vs göndermek isteyenler dusunkarafanzin@gmail.com'a eposta atabilirler.


15. sayı ağırlıklı el yazısı fanzin olacak, yazılarınızı ya da kolajlarınızı kendi el yazınızla a5 sayfa hazırlayarak gönderebilirsiniz. Ne zaman çıkacağı belli olmaz yine ama...

www.dusunkarafanzin.blogspot.com
dusunkarafanzin(et)gmail.com


Ulaşabileceğiniz yerler:


ANKARA

* Ardıç Kitabevi ( Turhan Kitabevinin üstü 2.kat)

* Araf Kafe & Bar (Konur sokak No: 11 Kat 3)

* Ankara Kültür Evi ( Konur Sokak Leman Kafe bu kafenin altında kalıyor)

* Turhan Kitabevi

* İmge Kitabevi

* Kitap Kurdu Kafe (Selanik 48/7 Kızılay)

İstanbul'da
* Kadıköy-Mephisto'da...


(teşekkürler Kaldırımtaşı Kolektifi..)


Eskişehir'de

*Adımlar Kitabevi & Kafe (adalar)
*Jazzgır Bar

ya da Eskişehir için,grigoramortis(et)gmail.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.
(teşekkürler Lâl Sâbiî Kalender)

Denizli'de
* Edebiyat Dostları Derneği
* Bremen Kafe
* Ozanca Kafe'de...
(teşekkürler Levent Tok...)

Ekip film tedirginlikle sunar!


Benim erkekim Nejat'ım yaşadığım bölge sularında geziniyor. Alla allaaa bende bir şaşkınlık. Nereden çıktı bu adam, yani benim evin bir üst sokağında ne işi var derken sonradan öğreniyoruz ki "Kaybedenler Kulübü" film oluyor.. Ahaa, bir şaşırma belirtisi daha! Acaba kimler varmış derken kadro içinde eveeeet dedirten isimleri de gördük :) Ben çok mutluyum, hele bir de arkadaşımdan aldığım söz ile Nejat'cığımla tanışma umudunu içimde taşıyarak film galasını büyük bir heyecanla beklemekteyim..
Film hakkında ayrıntılar için diyeceğim ama sadece afiş ve kısa bir tanıtım teaser'ı var. Yine de bakabilirsiniz : http://www.kaybedenlerkulubufilm.com/
Ayrıca facebook sayfasından da daha ayrıntılı bilgi sahibi olabilirsiniz http://www.facebook.com/KKulubuFilm

Film tanıtım teaser'ı:



Kaybedenler kulübü neymiş diye merak edenler için ekşisözlük karşınızda : http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=kaybedenler%20kul%C3%BCb%C3%BC

Çok Yakındaaaa!!!

Kardiş'in albüm tanıtım teaser'ı. Gelişmeleri yine haberdar edeceğim :))


ÇOK YAKINDA TÜM MÜZİK MARKETLERDE !