Şubat 21, 2010

shh... this is a library


Dün bir arkadaşım sayesinde dinleme şansım oldu. Üstüne uzun uzun yazmak isterdim ama bu güzel havayı kaçırmak istemiyorum, kendimi hemen sokağa atıcam :)

http://www.myspace.com/shhthisisalibrary adresinden dinleyip grup hakkında bilgi alabilirsiniz.

http://www.mediafire.com/?njzj0rnyx5y adresinden de albüme ulaşabilirsiniz.

I like this ve cotton şarkısılarına öncelik vermenizi isteyebilirim :)


Bu da videolarından bir tanesi.




Şubat 17, 2010

-a-nor-mal-


Gece okuduğum bir yazı içerisinde geçen portishead şarkısına gece ve devamında takılı kaldım. Uzun zaman olmuştu hatunu dinlemeyeli. Tabi ki aynı zamanda green grass şarkısı hala günlerimin içinde dolanmaya devam ediyor. ki şu an müzikten ya da şarkılardan bahsetmeyeceğim. Dinlediğim ana denk geldiğinden bir an için minik bir teşekkür notu gibi algılanabilir hatırlatana.

Tekrarlarla dolu tipik bir iş günündeyim. Bu hafta içi ve gün ortası saatinde olmamın bir getirisi, biliyorum, en azından farkında olduğum en iyi kısım burası :)
Tamam hemen bu cümlenin ardından gelen bir “maalesef” diyorum isyan boyutumu aza indirmek adına. Geçen zamanları ancak böyle bastırabiliyorum ya da günlük olarak bulduğum bir çözüm olabilir.
Bir süredir alışkanlığım olan “günaydın” sözcüğünden ne kadar uzak kaldığımı farkettim. Yani kendime uzak bırakmışım bu kelimeyi. Çünkü aynaya bakmıyorum sabahları. /Yüzünü yıkamak için kafanı hafifçe lavobaya doğru eğ/ dişlerini fırçala/ sonra otomatikleşmiş beden hareketiyle havluya uzanıp kurulan ve çık/ -Az önce ayna es geçildi- Peki neden??? Nedenini biliyorum aslında ama nedenler işime gelse, sonucun işe gelmemi engellemesi gerekecek.
Eminim benim gibi binlerce ofis insanı vardır söylenip duran. Bu sistemin bozuk olduğunu mu gösterir yoksa bizlerin mi bozuk olduğunu? -Sistemmmm?-
Tam bunları yazarken aklıma gelen bir görüntüyü ekleyeyim:
Uyku öncesi izlediğim filmin - “my life without me” – bir sahnesinde; kız ve annesi arabada giderlerken, kız arabada yeni bir dil öğrenmeye çalıştığı için sürekli o dilin kelimelerini tekrar eden bir bant dinliyor. Annesi dönüp kızına “neden normal insanlar gibi müzik dinlemiyorsun?” diye soruyor. Kız önce kaset çalara sonra annesine bakıp “normal diye birşey yok, kimse normal değil anne” diyor. Tamam çok dokunaklı bir kare olmayabilir genel açıdan ama içindeki minik durum belirtisi değinmek istediğim. Normal olan ne? Normal ya da a-normal diye kavramlar varsa bunun ayrımını kim yapıyor? Yani bana a-normal diyen birisi kendisini normal diye nitelendirirken nereden bilicez onun a-normal benim normal olmadığımı? Tıp buna çözüm getirmiştir değil mi, sevgili tıp bize sunacağı binlerce seçenekli testler sonucunda bunun da ayrımını yapalabilir. Peki bu ya bu testler yanlışsa, konulan bazı tanıların yanlış olabilme ihtimali gibi... Öldürmez belki bu sorunun çözümü ama delirtebilir. Delilik ipinin hemen altında dolanırken insanlar birden tutup kurtulduğunu da sanabilir. Bir çok yanıltan kurtuluş gibi.......

Bu yazının varacağı bir nokta var mı, yok aslında. Varması da gerekmiyor bir yerde. Sadece bir iç döküşün sesli hali, ya da yazmaya özlem duymuş parmaklarımın arasından iş kaytarma esnasında dökülenler denilebilir. Çok da mühim değil....

Hem :
“Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?”

PS: -günaydın özlemimi hatırlamamı sağlayan işyerindeki panoya arkadaşımın yazdığı yazı oldu-

Şubat 13, 2010

Sylvia Plath - Lady Lazarus

"Neden yazı yazdığımı mı soruyorsunuz bana? Zevk mi alıyorum? Değer mi? Peki para kazandırır mı? Öyleyse bir nedeni var mı?
Yazıyorum çünkü içimde susturamadığım bir ses var..."
Sylvia Plath



Lady Lazarus

Gene yaptım, gene yaptım işte.
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben –

Bir çeşit ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi abajuru kadar parlak,
Sağ ayağım

Kağıt üstüne ağırlık,
Yüzüm hiçbir özelliği olmayan, halis
Yahudi keteni, en incesinden.

Kaldır o örtüyü
Sevgili düşmanım.
Korkuttum mu yoksa?

Göz ve burun oyuklarımla, otuz iki dişimle?
Sasımış soluğum
Yok olur gider bir günde.

Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.

Bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme.
Otuzundayım daha.
Kedi gibi dokuz canım var hem de.

Bununla üç etti.
Ne pis iş bu
Silip, yok etmek her on yılı böyle.

Milyonlarca lif, milyonlarca.
Ağızlarında fındık fıstık çatur çutur, itişip
Kakışıyor kalabalık, görmek için ellerimin, ayaklarımın

Açığa çıkarılışını.
Baylar, bayanlar !
Böyle striptiz görmediniz.

Bunlar ellerim.
Bunlar da dizlerim.
Bir deri bir kemiğim belki,

Ama, aynı kadınım işte, tıpatıp aynı.
İlk kez olduğunda on yaşındaydım ben.
Kazaydı.

İkincisinde, işi bitirmeye
Ve bir daha dönmemeye öyle kararlıydım ki.
Kapatmıştım kendimi,

Sallanıyordum deniz kabuğu gibi.
Seslenmek, durmadan seslenmek, bir de ayıklamak
Zorunda kaldılar üstüme inciler gibi yapışmış kurtları.

Ölmek,
Herşey gibi, bir sanattır,
Bu konuda yoktur üstüme.

Öyle ustaca yaparım ki cehennem gibi gelir.
Öyle ustaca yaparım ki gerçekmiş gibi gelir.
Bir talebim olduğunu bile söyleyebilirsiniz.

Öyle kolay ki bir hücrede bile yapabilirsiniz.
Öyle kolay ki yaparsınız ve kımıldamazsınız.
Benim canıma okuyan

Aynı yere, aynı surata,
Aynı şaşkın, hayvansı
"Bu bir mucize ! Mucize!"

Haykırışlarına güpegündüz
Görkemli bir dönüş yapmak.
Bir bedeli var

Yaralarıma bakmanın, kalp atışlarımı
Dinlemenin bir bedeli var –
Tıkır tıkır çalışıyor işte.

Bedeli var, hem de ne bedeli var,
Bir sözcüğümün ya da bir dokunuşumun
Ya da kanımdan bir damlanın

Ya da saçımın bir telinin ya da bir parçasının elbisemin.
Ya, işte böyle, Herr Doktor.
İşte böyle, Herr Düşman.

Beni siz yarattınız.
Ben sizin kıymetli eşyanız.
Eriyip bir çığlığa dönüşen

Som altından bebeğiniz.
Dönüyor, yanıyorum.
Yüksek alakalarınızı küçümsüyorum sanmayın.


Karıştırıp durduğunuz
Küller, küller –
Et, kemik, yok orada başka bir şey –

Bir kalıp sabun,
Bir alyans,
Bir de altından diş dolgusu.


Herr Tanrı, Herr Şeytan
Aman dikkat
Aman dikkat

Ben diriliyorum, kalkıyorum işte
Küllerin arasından kızıl saçlarımla
Ve insan yiyorum, hava solurcasına.

Sylvia Plath,
23-29 Ekim 1962

Sylvia Plath - Ariel / İmge Kitabevi

Şubat 12, 2010

Non merci

"Peki ya, ne yapmak lazımmış?"

Bu tiradı ilk okuduğumda filmi çocukluğuma denk gelen zamanlarda(TRT dönemi)izlediğimi anımsamıştım. Kitabı ile 2002 yılında bir Bursa gezisinde buluşmuştum. Ve sonrasında film takip etti sırayı. Gerard Depardieu'nun muhteşem oyunculuğu ve sesinden izlediğim halini daha çok sevdim ilk yapımındansa.
Son 2-3 yıldır uyku öncesi düşlere yatmamı sağlayan ve kaç yüz kere izlediğimi de anımsamadığım tek film. Okumak isteyenler için Remzi Kitabevi, 1999 basımını şiddetle öneriyorum. Sonraki basımındaki çeviri çok çok farklıdır ve hayal kırıklığı yaratmıştır bende...
Karşınızda eşsiz şair, korkusuz silahşör, derin platonik, büyük aşık......... Cyrano De Bergerac


...


Dili tutulmuş kelimelerin zincirlerini kırarken, sessizce izlerken bir cam kenarında gün doğumunu, öylece kalırken bi başına……………..
Yalnızlık benimkisi; ne dile geliyor, ne ele avuca.
Dokunduğum her beden bana daha da bir yabancı oysa. Her adını söylediğim adam bir başkasının ruhunda geziniyor. Bana özel kalan kimin adı bilmiyorum. Kim sadece benim olabildi bunca zaman ya da ben sadece kimin olabildim?
Sahipsizim…...... Sende benim gibi bir sahip arıyorsun kendine. Sokaklar değil oysa ki bunun adresi, yatağımda değil. Ama sen hep benim bedenimden geçiyorsun. Dur dedikçe daha da çok istiyorsun. Üzerine giydiğin benim giysim, en son giydiğim geceliğimden dökülen senin terin. Kokun saçlarıma dek işlemişken ve beni duymadığın her dakika benden kaybettiklerin olduğunu bilmiyor musun?
Yarın hiç gelmeyecek bir sabaha uyanacağım. Her güne merhaba derken ne kadar da büyük bir yalanı yaşatıyor olduğumu sen yine görmeyeceksin. Gülümseyen dudakların değil gözlerin olsun isterken...
Uzun soluklu zamanların dilinde dolaşacağım bir süre. Gezgin ruhum ne zaman bedenime hapsolursa o zaman döneceğim. Döndüğüm halimden memnun kalır mısın sevgilim, beni yine sever misin söylemeyi unuttuğun sözlerinle?
Gelme, ne de benim sana gelişime bir iznin olsun. Üzerimden geçen her beden sana benden bir acı daha bırakacakken, gelme... Ben sana çok acı veririm.
Sözlerimden dökülen kanları bırak ben içeyim, sen yokluğunla uyandığım sabahlarında kal. Bırak ben her gündoğumuna senin olmadığın yaşlarımı akıtayım. Bedenim bu kadar çok acıyla yanarken seni ısıttığımı düşünme…
Şimdi gecenin en siyah giysisini giyip seni kokluyorum.
Sahipsizim. Limansızım. Dilsizim……………Yapayalnızım……………………………………………

Temmuz 2006
Dilek A.

Björk - So Broken (Live)

Madem ki gençtik bir zamanlar dilimli pastadan yedik bu akşam, dost sohbetlerimizin en sevilesi kadın-lar-ından biri olan Björk'ü, tüm sancıları bir solukta kendine çeken bu şarkısıyla anmasam olmazdı.


Şubat 10, 2010

Ane Brun - The Dancer

Bir PJ Harvey cover'ı...


Cat Power

/Düş-müş/

Yolun ortasında durdu. Ellerini göğsüne doğru bastırıp aniden gökyüzüne kaldırdı bakışlarını.
- Görüyor musun martılar da benim gibi ne gidebiliyor ne kalabiliyor. Olduğu yerde dönüp duruyorlar.

Üsküdar’ın dar ve sallantılı sokağından aşağıya doğru yürürken anımsadın bu sahneyi. Birden ellerimi bilinçsizce göğsüme bastırmış buldum. Gideli çok zaman olmuştu ve ardında kalan birçok sahne olduğu gibi bana yapışıp kalmıştı. Ne gidebiliyor ne kalabiliyordum, hayatın hiç istemediğim bir zamanına bekçilik ediyordum.
Tam 13 yıldır aynı evin camından karşımda duran sarı binanın gövdesindeki çizgileri sayıyorum. Ve her aklıma
geldiğinde aynı resme bakıp bir kere daha aynı sözleri tekrarlıyorum...
“Şimdi mutlu musun?”


Dilek A.

Şubat 09, 2010

Klasik müzik radyosu


Klasik müzik sevenler için kanada dan bir klasik müzik radyosu

http://cjpx.ca/


-sayfa açıldıktan sonra sağ alttaki hoparlörü tıklamanız yeterli-


Şubat 08, 2010

St. Vincent - Marry Me

Şarkıların akustik ve çıplak ses halini daha çok seviyorum. İlerleyen zamanlarda kendisi ile ilgili bir çok paylaşımım olacak. Şimdilik dinleyelim...




Kendisi ile tanışmak için :)

www.myspace.com/stvincent


Leyla Erbil - Cüce

"Sarma ipek işlemeli, siyah muslinden askılı Chanel giysimi geçirdim kırışmış tenimin üzerine..."

Leyla Erbil meydan okuyor!
Deneyimli bir Leyla Erbil okuruna bile yer yer şaşırtmaca veren 'Cüce'de gözüpek ve pervasız bir dil işçiliğiyle karşı karşıyayız

Leyla Erbil'in 'özgün' bir yazar olduğunu söylemek, bu yazıya öyle girmek istedim. Dilimin ucuna bu sıfat geliverdi. Ama hemen ardından çok savruk buldum sözcük seçimimi. Hangi gerçek yazar 'özgün' değildir ki? Birilerinin kopyası olana, kalp, sıradan,
'önemsiz' olana 'yazar' diyebilir miyiz ki, birini öbürlerinden ayırmak için 'özgün' sıfatına sarılıveriyorum ? Öyleyse, Leyla Erbil'i 'özgün bir yazar' saymaktan değil ama, onun durduğu yeri belirlemekte bu sıfatı kullanmaktan hemen vazgeçmeliyim. Yine de, bir şey demek istemiş olmalıyım, rastgele ya da savrukça 'özgün' bulurken onu.
Yeni kitabı 'Cüce'den söz etmek istediğim bu yazıda, ben asıl Erbil'in yazarlığında kışkırtıcı olanın, onun nitelemeleri zora koşan 'ayrıksı'lığının peşine düşmeliyim. Buyurunuz, bir içi boş niteleme daha:
'ayrıksı'.
Leyla Erbil 'özgün' bir yazar, hem de 'ayrıksı', ayrıca 'ilginç' ve 'gizemli' de denebilir... Öyle mi! Yoksa onu kırk yılı aşkın edebiyat serüveninde, yalnız ve kuytuda bırakan, biraz da, benim gibi eleştirmen geçinenlerin eserlerinin hak ettiği derinlemesine çözümleme ve değerlendirmeler yerine, böylesi içeriksiz etiketlemelerle, yüzeysel değinmelerle hep zor bir edebiyatın kolayına kaçmaları mıydı? Belki. Ama Türk anlatı edebiyatının en önemli yazarlarından birini, hak ettiğine inandığım yazınsal tartışmaların odağı konumunda göremeyişimizin nedenlerinden sadece biri olabilir bu. Diğer nedenler ise, kırk yıllık bu serüvenin ancak ilk yirmi yılının edebiyata, sanata, düşünsel çevrene ilgi duyulduğu bir döneme rastlaması; son yirmi yılının ise magazine ve 'piyasa ekonomisi'nin yükselen değerlerine kurban gitmesi gerçeğinde aranmalı.

Sırça dünyalara karşı
Daha ilk kitabı 'Hallaç'ın haber verdiği tutkulu ve takıntılı bir dil işçisidir Leyla Erbil. Sözünü ettiğim ilk yirmi yılında, biri uzun öykü olmak üzere dört öykü kitabı yayımlamıştı. Romanları: 'Karanlığın Günü' ve 'Mektup Aşkları' karanlık döneme, ikinci yirmi yıla rastlar. Deneme yazılarını biraraya getirdiği 'Zihin Kuşları' 1998'de çıktı.
Gerek romanlarında, gerek denemelerinde, dille olan ilişkisinin gizli dikişlerine uzanmanıza olanak verecek ipuçları bulursunuz. 'Cüce' ise, deneyimli bir Erbil okuruna bile yer yer şaşırtmaca veren, uç bir dil deneyinin ürünü. Sentaksı köşelere sıkıştıran, gramer kurallarını, kendilerini yeniden oluşturmaları baskısıyla tehdit eden, semantiğe şantaj yapan gözüpek ve pervasız bir dil işçiliği ile karşı karşıyayız artık.


"Yerlerde yuvarlanarak ve garip ünlemlerle
'uvvvaqq - kuuvaaqq' kapatarak kendini kendinin üzerine, inanılmaz bir vahşetle çalışıyor; ve ben yeniden beni olgunlaştıracak bir sırla; hiç böyle bir insanla karşılaşmadığımı düşünmeye başlıyorum düşerek öteki kalbin pençesine vivace - vivace!.. Sıçrıyor oraya buraya, gülüp, söylüyor, kalkıyor yatıyor dört dönüyor ortalıkta Menipo, onun bu halini seyrederken bile değiştiğimi duyumsuyorum, yüzüm saatle belki de gerçekten eşleşiyor latin ve arap rakamlar, armalar ve armadalar,
alemler, ay yıldızlar, kubbe ve çanlarla başka nedir onu bu denli heyecanlandıran anlamaya ona yaklaşmaya çalışıyorum..." (ss.88 - 9) diye anlatılan Cüce Menipo, adeta bize Erbil'in 'Cüce'de sergilediği dil 'performans'ının anlatı içindeki aktörü.
Bu çeşit bir dil - biçem - biçim kazısıyla derinleştirilen bir metinde, dünya görüşü, politik tavır, toplumsal analizler, belli hedeflere yöneltilen protestolar gibi içerik ağırlıklı ögelerin yer alışı; yer almanın ötesinde, fantazmanın, gizemin, büyünün atmosferini, o dilin kesici ve batıcı ve delici aygıtlarıyla parçalayışı okuma alışkanlıklarımıza meydan okumakta. Aslında Leyla Erbil edebiyatının başlangıcından bugüne, belki de en öne çıkan süreğen özelliği : Meydan okuyuculuk. Dil yapılarına,
yerleşik değerlere, kurulup berkitilen sırça dünyalara ve edebiyatın kurumsallaşmasına karşı, yalın kılıç bir meydan okuma.
Kitap 'Yazarın Notu' ve 'Cüce' başlıklı iki bölümden oluşuyor. Leyla Erbil imzasını taşıyan 'Yazarın Notu' bölümü, 'Cüce'nin yazarı olan Zenime hanımı, yazarın onunla ilişkisini anlatan kısa bir öykü. 'Cüce'de ise, ana metnin dizgisinden farklı üç hurufat karakteri ile dizilmiş parçalar, bir dizgeye göre sol ya da sağ sayfalara gömülmüş. Karakter dizilerinden biri ile, metnin içinden ilgili görülen parçalar, Mustafa Horasan'ın resimlerinin (desenlerinin) resimaltları olarak dizilmiş, resmin karşısındaki (soldaki) sayfada kullanılmış. Yıldırım'ın hep koşarak geldiği Yıldırım bölümleri bold (kalın siyah) dizilmiş. Bu parçalar ve elyazısı benzeri karakterle dizilmiş olanlar, ana metinle birlikte 'Cüce'nin gövdesini oluşturuyor.
Ama ben, ne bu biçimsel düzenlemenin anlamı ve göndermeleri üzerinde duracağım, ne de Mustafa Horasanlı'nın desenleri ile Erbil'in metni arasında bir bağlantı kurulup kurulamayacağı, ya da bunun gerekip gerekmediği üzerinde. Bunlar üzerinde durmaya yerimiz müsait olmadığı gibi, o işin üstesinden gelebileceğimden de emin değilim. Aslında bunların 'Cüce'nin okunmasında bir vazgeçilmezlikleri olduğunu sanmıyorum ve eğer haklıysam, metinle organik bir ilişki içinde görmeyebileceğimiz bu oyuncakların, bu zaten hayli güç metni, okur için daha da güçleştirmesine itirazım var.
Öte yandan, daha kapsamlı bir incelemede mutlaka ele alınması gereken Zenime hanım, Menipo, Hatçabla, Yıldırım karakterlerini de okurların metnin içinde iz sürerek tanımalarını, kısacık bir yazıda onlar hakkında ileri geri konuşmaya yeğ tutuyorum. 'Cüce', klasik yöntemlerle
'tanıtımı yapılacak' bir kitap değil zaten. Bunlar yerine, yazarın metninin akışına yön vermekte benimsediği bir biçeme değinmek isterim. Bilinçakışı (stream of consciousness) denilen anlatı yordamına benzetilebilecek ya da koşut görülebilecek bir biçem bu. Bu metinde kullanılan haliyle, belki de bellekakışı demek daha yerinde olacak. Erbil çağrışımlarla, şarkı sözleriyle, tekerlemelerle akışkanlık kazandırdığı bellek içeriklerini; kimi yerde keskin virajlarla önlerini keserek somutlaştırıyor. Bu da, az önce sözünü ettiğim dil - biçem ağırlıklı biçimsel kaygılarla, tarihsel sorumluluk kaygısının el ele yürümesinin bir örneği olarak düşünülebilir. Sözgelimi Sivas'taki şeriatçı katliamın yalazlarıyla ucundan tutuşuyor anlatı bir anda, sonra alevler sinsi sinsi yürüyor metin içinde. Ya da "SİS bir harf gibi dinlene dinlene ilerliyor" (s. 24).

Kentli edebiyatın yüzakı
Yazı - edebiyat - yazarlık uğraşı... bunlarla
harmanlanmış bir ömür, 'Unutturuş Oyunu' kurmuş bir yazar ve 'unutuluş'a meydan okuyuş! Cüce'nin 'mütemmim cüzlerinden' biri de bu. Elyazısı karakterlerle dizili parçalardan birinde yakalıyoruz ucunu:
"Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce..." Ama Erbil, bir insanlık durumu tesbitinden, anlatısının omuriliğine çengel atacaktır:
"'Hiç oluş'a doğru yol alışı arzu ve istençle aramana tanık olsun istiyorsun onlar; 'unutuluş'a göğüs germeye hazır olduğunu, ancak o son anda tuhaf bir değişikliğe, -bir kazaya uğradığını anlasınlar istiyorsun..." (s. 27) İşte bu son an, cüce'dir. Görecektir okur gününü, okuyunca son'u ve cüce'yi!
Leyla Erbil'in kurup bozduğu iç düzenekler, vazgeçmediği ironi, benim 'cambazlık' demeye dilimin varmadığı dil hünerleri, keskin eleştirisi, onda 'şiiriyet'e rastlamanın pek olası olmadığı izlenimini yaratabilir. İşte, bir kere daha yanılınır orada. "Kimi sabahlar aynanın merkezinde, en derin mağmasında boşluğun saman alevi gibi yanıp sönen kendine rastlasan da yeniden sana dönmek isteyen o deniz fenerine, durmadın hiç üstünde; hangi sana dönecektin? (...) Bambaşka biri olduğunu düşünüyordun yere göğe sığmayan ve üstünde yetmiş çeşit miletin haramı kalmışçana; sağlamalıydın adaletini bu dünyanın gene de tüm önlemleri alarak, izini sürmeliydin kendi gerçeğinin, caymamalıydın..." (s.67)
Leyla Erbil, çağdaş Türk edebiyatının modern ve kentli edebiyatımızın yüzakıdır. Yerelliğin sınırlarını aşmış da değil, hiç tanımamıştır. Pek çok şeyin sınırını tanımadığı gibi. Bugün, Pen Edebiyatçılar Derneği şaşılası bir değerbilirlikle, hiçbir 'popülarite'si olmamış ve olmayacak bu yazarımızı Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösteriyor. Bu, Erbil için, muhtemelen hiç alamayacağı Nobel'den daha değerli olmalı: Kendi gerçeğinin izinden ayrılmamakta direnmek ve buna rağmen, Unutuluş'u bir - sıfır yenmek !

FÜSUN AKATLI
22/02/2002 - Radikal
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=951

Şubat 07, 2010

Ece Dorsay covers Patricia Kaas Les Hommes Qui Passent

Ece Dorsay'ı myspace aracılığı ile tanıdım. Uzun bir aradan sonra sayfasına göz attığımda bu harika video ve cover'a rastladım.

Ece Dorsay, aslında bir çok başarılı çalışmalar yapmış ama türkiyede ne kadar değer görmüş yada bilinmiş malum... Ama farkedenlerdenseniz ya da daha öncesinde biliyorum bu kadını diyenlerden, ya da merak edenlerden bu çalışmasına göz atmalısınız. Muhteşem bir cover olmuş -bana göre şarkının kendi seslendireninden bile güzel-.



Ece Dorsay covers Patricia Kaas Les Hommes Qui Passent



Ece Dorsay çalışmaları için:
http://www.myspace.com/edorsay
(Kırmızı karanlık şarkısını da dinlemenizi öneririm..)


Şarkıyı Patricia Kaas'ın sesinden dinlemek için:
http://www.dailymotion.com/video/x9m57n_patricia-kaas-les-hommes-qui-passen_music



Cem Adrian

Çocuk,
Sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin
Topla kalbini, cadde cadde sokak sokak
Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından
Bakma yülerine hiç görme onları
Görme onları bu kez ağlama
Bu kez git!



Şubat 06, 2010

Tomris Uyar - Aramızdaki Şey

.....................

- Haydi kalk bir bara gidiyoruz, dedin dün gece.

Zemini ezilmiş bira tenekeleriyle, kırılmış bira şişeleriyle dolu bir izbeye gittik. Devamlı müşteri oldukları anlaşılan kişilerin çoğu ya zil zurna sarhoş ya da yarım akıllıydılar.

- Kurt Adam olarak sürdürdüğün yaşam bu mu? diye sordum
- Yok canım, nerde! Yalnızca burayı görmeni istedim. Yaşamımın bir parçasını.
- Ya öbürü?
- Biranı bitir de kalkalım; göstereyim. Burayı çok sevdinse, kalabiliriz.
- Hayır. Yoksulluk kokusu iliklerime işledi.

....................

Aramızdaki Şey öyküsünden bir bölüm.

Placebo

Yaşanılan saçma bir gecenin ardından...



Placebo - Meds

Şubat 05, 2010

Gitmek öyküleri



“Şimdi oturmuş kasvetli bir ofis ortamının içinde bana bu hayalleri yeniden kurduran ve önümdeki beton yığınlarına küçük bir cam aralığından bakarken gözlerimin aradığı yeşilden, maviden kim suçlu, bilemedim... “

Tarih bir sene öncesiydi. Bütün hayallerin yıkılmadığı ve henüz capcanlı kalınan zamanlar. Sanırım en çok büyümeye iten zamanların öncesi demek daha doğru olur...

Soğuk bir İstanbul gününde-artık kar yağmıyor-, iki parmağım arasından derin derin soluduğum sigaramında bu düşlere dalmama sebep olduğu aşikar.
Kendimi o binemediğim Belgrad trenin camından izledim bir süre; gittiğimiz yerin ne kadar uzak olacağını hiç düşünmüyorduk, sadece gitmek eylemine odaklanmıştık o kadar. Kocaman sırıtan iki düşsalak kadın; elinde emanet bir makina ile yollar-insanlar-hayvanlar-ağaçlar-taş evler-çiçekler-aşklar-şehirler-dağlar-yollar.... binbir kareyi çekmeye hazır, her yanından öyküler fışkıran bir yolculuktu planlanan..
-Ertelendi, henüz vazgeçilmiş sayılmaz...-

“...... giderken” konulu bir öykü yolculuğu aslında. İsmi vermedim çünkü şu anda bununla ilgili başka bir proje üstünde hikayedeki diğer kadın.

Gitme fikrimizin açıldığı zaman arkadaşlarımızdan ve tanıdıklarımızdan duyduğumuz özlü sözler şunlar oldu:
“Sırbistan’a gidip napacaksınız / delirdiniz mi / türk düşmanı onlar / yemeklerinize tükürürler / hostelde mi kalacaksınız kafayı mı yediniz / hostel filmini izlemediniz mi / ya güzel bir doğası varmış ama emin misiniz / adamlar ingilizce de konuşmuyorlar / iyi araştırdınız mı / ya tamam manyaksınızda bu yaptığınız delilik değil mi/”
Bir kişi iyi konuşmadı mı diye soruyorsunuzdur. Oldu tabi, hayran kalanlar da vardı, bizim gibi bilen ve sadece gözü ordaki harikaları görmek isteyenler. Onların söyledikleri daha da gitmek fikrimizi büyüttü...
Bu arada ben hostel filmini izlememiştim, hikayedeki diğer kadın izlemiş “çilek zaten izleyemez öyle filmleri” diyerek bana minik bir özet geçmişti ama en kansız sahnelerinden :) Yine de gitmek üzerine sabit olan fikrim-iz- hiç değişmedi.

Az sonra göreceğiniz ve görmekten biliyorum ki benim kadar keyif alacağınız yerler bir mucizeler diyarı. Birgün yeniden o trene binmek üzere yola çıktığımızda biliyorum ki bunlardan daha başka ama en az bunlar kadar da güzel kareler yakalayacağız. Ve üzerine yazılacak onlarca öyküler....


PS : Hikayedeki diğer kadın’dan – adını sormadan vermek istemedim- ona bunları yeniden anımsattığım için özür diliyorum. Ama bunları düşünmüş ve kurmuşken yazmasam olmazdı. Hem belki romanına da yeniden hız verirsin : )

Montenegro / Podgorica / Budva / St.Stefan / Kotor .................


Eşsiz güzelliğin seyri için grofica’nın deviantart’taki sayfasına da bakabilirsiniz.

http://grofica.deviantart.com/gallery/

Şubat 03, 2010

Bazen sınırları zorlamalı!

Klasik serisi - 1

İlk kez Passacaglia'yı Itzhak Perlman'dan dinlemiştim. Aslında amacımda onun çaldığı videoyu eklemekti. Ararken buna rastladım ve es geçemedim. Belki Itzhak kadar duygulu olmayabilir ama yapılan düet ve bir enstruman'ın -keman- normunun dışında bu kadar harika çalınabilmesi...



Şubat 02, 2010

Metafor - M. Kutay Yılmaz

Anlamaya başlamanın ilk belirtilerinden biri ölme isteğidir.
Franz Kafka



METAFOR ( M. Kutay YILMAZ) -


Mehmet Kutay Yılmaz'ın diğer çalışmaları için:

http://decklansheur.deviantart.com

KADIN ÖYKÜCÜLER (1910-1990) / (ÖMER LEKESİZ)

1.Toplu Bilgiler:

Türk öykücülüğünün 1910-1990 yılları arasındaki seksen yıllık döneminde, “kadın öykücü” olarak, 1910’da ilk öykü kitabını yayımlayan Halide Edib’i (Adıvar), 1923’te Suat Derviş, 1928’de Şükufe Nihal, 1934’te Güzide Sabri, 1939’da Perihan Ömer, 1943’te Kerime Nadir, 1944’te Mükerrem Kamil Su, 1945’te Halide Nusret Zorlutuna, 1953’te Nezihe Meriç, 1959’da Aysel Alpsal ve Saadet Timur, 1961’de Leyla Erbil, 1962’de Münife Baran, Nevin İşlek ve Sevgi Soysal, 1963’te Afet Ilgaz, 1964’te Sabahat Emir, 1965’te Sevim Burak, 1967’de Mübeccel İzmirli ve Nursen Karas, 1970’de Gülten Dayıoğlu, 1971’de Ayhan Bozfırat, Füruzan, Yıldız İncesu ve Tomris Uyar, 1972’de Selçuk Baran, Sevinç Çokum, Pakize Başaran, 1974’te Adalet Ağaoğlu, Remziye Batuhan ve Saliha Devres, 1975’te Fatma Gürel, 1976’da Nazlı Eray, Ayşe Kilimci ve Aysel Özakın, 1978’de Peride Celal, Şiir Erkök Yılmaz ve Tezer Özlü, 1979’da İnci Aral, 1981’de Ülkü Aren, Feyza Hepçilingirler, Esma Ocak ve Işıl Özgentürk, 1982’de Nursel Duruel, Neşe Gülersoy ve Sevda Kaynar, 1983’te Erendiz Atasü, Zeynep Avcı ve Pınar Kür, 1984’te Müfide Güzin Anadol, Zeynep Balcılar, Şükran Farımaz, Ayla Kutlu ve Nezihe Oruçoğlu, 1985’te Lütfiye Aydın, Günseli İnal, Ayşe Kulin, Zeynep Oral, 1986’da Semra Özdamar, Nazife Tok, Füruzan Topak ve Buket Uzuner, 1987’de Gülderen Bilgili, Figen Çakmak, Ayşe İlker ve Tecelli Sercan Sırma, 1988’de Sezer Ateş Ayvaz ve Berrin Kırımlıoğlu, 1989’da Süheyla Acar, Hatice Bilen Buğra, Ayfer Coşkun, Gülseren Engin, Jale Sancak, Suna Tanaltay ve Ayfer Tunç, 1990’da Tansu Bele, Halime Toros, Cemile Çakır, Feride Çiçekoğlu, Fatoş Dilber ve Zeynep Aliye izlemiştir.

Bu kadın öykücülerin, 1910-2005 arasında toplam 278 öykü kitabı yayımlanmıştır; ilk kitap Halide Edib’in Harap Mabetler’i (1910), son kitap Jale Sancak’ın Sürgün Melekler’idir (2004).
Belirtilen yıllar arasında, toplu ve yeni adla basımları dahil olmak üzere, Tomris Uyar’ın 13, Sevinç Çokum’um 10, Jale Sancak’ın 9, Nezihe Meriç, Afet Ilgaz ve Nazlı Eray’ın 8’er, Feyza Hepçilingirler, Füruzan ve Seçluk Baran’ın 7’şer, Zeynep Aliye, Buket Uzuner, Tecelli Sercan Sırma, Ayşe Kilimci, Lütfiye Aydın ve Erendiz Atasü’nün 6’şar, Sabahat Emir ve İnci Aral’ın 5’er öykü kitabı yayımlanmıştır. Halen, adları zikredilen kadın öykücülerden, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Afet Ilgaz, Sabahat Emir, Gülten Dayıoğlu, Sevinç Çokum, Adalet Ağaoğlu, Fatma Gürel, Nazlı Eray, Peride Celal, Şiir Erkök Yılmaz, İnci Aral, Feyza Hepçilingirler, Işıl Özgentürk, Nursel Duruel, Erendiz Atasü, Zeynep Avcı, Pınar Kür, Şükran Farımaz, Ayla Kutlu, Lütfiye Aydın, Ayşe Kulin, Buket Uzuner, Sezer Ateş Ayvaz, Süheyla Acar, Hatice Bilen Buğra, Gülseren Engin, Jale Sancak, Ayfer Tunç, Tansu Bele ve Zeynep Aliye söyleşi, anı ya da yeni öyküleriyle mevcut öykü ortamında akif olarak yer almaktadır.

1910-2005 yılları arasında kayıtlara giren 2.760 öykü kitabından 278’inin kadın öykücülere ait olması, yine 1910-1990 arasında öykü ortamına giren 750 öykücüden 81’inin kadın öykücü olması, Türk öykücülüğünün erkek öykücülerin egemenliği altında bulunduğunu göstermekte ve kadın öykücü sayısının son 15 yılda önceki yıllara oranla daha fazla artmış olması da bu gerçeği değiştirmemektedir.

2.”Kadın Öykücü” Ayrımının Gerekçeleri:

‘70’li yılların yükselen değeri feminizmin etkisiyle hemen tüm ülkelerin edebiyatlarında “kadın yazar” vurgusu öne çıktıysa da, gerçekte bu vurgunun “yapay” bir vurgu, “yazar” tanımının cinsiyetleri kuşatan bir eylem olduğu tezi daha çok kabul görmüş ve “kadın yazar” vurgusu için feminizm şartlandırmasının ötesinde farklı gerekçeler aranmıştır.
Bu gerekçelerden en önemlisini, “bakış açısı” kavramı oluşturmaktadır. Modern eleştirinin “Ben” (birinci tekil şahıs) ve “O” (üçüncü tekil şahıs) “anlatıcı” olarak ikiye indirgediği bakış açısında, kadın “ben/o”nun, erkek “ben/o” gibi bakmadığı, kadının erkeğe göre daha anaç, daha merhametli, daha ayrıntıcı, daha romantik, daha şiirsel ve hüzünlü bir bakış açısına sahip olduğu düşünülmüştür.

İkinci gerekçe, “ontolojik gerekçe” olarak da adlandırabileceğimiz, “yaratılışsal” gerekçedir. Buna göre kadına “anlatma” kabiliyetinin öncelikli bir yetenek olarak verildiği, tüm hayatımızı belirleyen hikayenin kadın eliyle başlatıldığı ve nakledildiği ileri sürülmüştür.
Bir üçüncü gerekçe ise, devirler itibariyle kadınların sosyal hayatın içinde daha fazla yer almalarıyla, kadınların eğitim seviyelerinin yükselmesinin onların hayat algısını erkeklerinkine göre daha da yükselttiği ve dolayısıyla son iki yüz yıldır modern dünyayı gerçekleştirmek adına yapılan savaşların, onların neden olduğu toplumsal acıların, kapanmayan devrim süreçlerinin anne, eş, kardeş kimliklerine bağlı olarak kadınlar tarafından daha iyi yargılandığı, değerlendirildiği çok açık bir şekilde görülmüştür.

Bu gerekçeler doğrultusunda, bizim “Yeni Türk Edebiyatında Kadın Öykücüler” başlığı altında yaptığımız ayrım da, edebi anlamda bir cinsiyet ayrımına çıkmamakta, bilakis kadın öykücülerin erkek öykücülere göre söz konusu farklarını öne alan bir inceleme tarzı olarak önem kazanmaktadır.

3.Kadın Duyarlılığı:

İlk kadın öykücü Halide Edib’ten (1910), son kadın öykücü Zeynep Aliye’ye (1990) 81 kadın öykücünün “kadın duyarlılığı” kavramıyla gruplandırılmaları neredeyse teamül haline gelmiştir. İlginç olan, bu kavramın her yeni kullanılışında ilk içeriğinin biraz daha boşaltılıyor olmasıdır. Örneğin, “kadın duyarlılığı”nın ilk temsilcisi olarak takdim edile gelen Halide Edib’te kadın duyarlılığı erkek duyarlılığına neredeyse bitiştirilmiştir.

Halide Edib, hemen her eserinde bir kadın değil, erkekleşmiş bir kadın “gibi” davranmaya çalışmış, Suat Derviş “kompoze tipler” üstünden pop-toplumcu bir yazar olma çabası göstermiş, Şükufe Nihal, eserlerinde çoğunluk kadın sorunlarını ele almasına rağmen, şiirselliği, romantizmi eleştirel yaklaşıma tercih etmiş, Güzide Sabri naif, hastalıklı, hep merhameti celbeden tipler üstünden popüler metinler üretmiş, Perihan Ömer, üst tabakadan bir kadının mutluluğa ulaşma serüvenini anlatmakla yetinmiş, Kerime Nadir, aşk ve hüzün çerçeveli popülist eserleriyle, kendiden önceki kadın yazarlardan daha fazla genç kızları okumaya teşvikten öte bir misyon üstlenmemiş, Mükerrem Kamil Su ve Halide Nusret Zorlutuna ise milli-ahlaki bir duruşu da yansıtan eserlerinde aşk, ıstırap, hüzün ve ayrılık ekseninde dönmüşlerdir. Dolayısıyla bu kadın yazarlar üstünden bakıldığında “kadın duyarlılığı” daha çok kadınsı otoriteyi, aşkı, ızdırabı, hüznü, milli ahlak ve değerlere sahip çıkmayı içermekte ve her zaman popülist bir içeriğe sahip bulunmaktadır.

4.Kadın Öykücülerde Bakış Açısı:

“Kadın duyarlılığı” kavramı, belirtilen şekliyle 1953-1990 yılları arasındaki kadın öykücülere uygulandığında da benzer sonuçlara ulaşılmakta, ayrıca bir de “dünya görüşü” sorunu ve onunla bütünleşen feminizm, cinsel özgürlükçülük, toplumculuk, maddecilik, ırkçılık, muhafazakarlık vb. yeni kavramların devreye girmesiyle söz konusu kavram açık bir soruna dönüşmektedir. Bu nedenle konunun “kadın duyarlılığı”ndan çok, ondan daha teknik ve kuşatıcı olan “bakış açısı” kavramıyla ele alınması, erkek-kadın öykücü bakış açısı (üstünlüklerinin değil) farklarının iyi belirlenmesi açısından da elzem görünmektedir. Örneğin:
-Kadın öykücü için “kadın”, onun tek başına “temsilinde” muktedir olduğu bir hemcins iken, erkek öykücü için “kadın”, tahkiyeyi tamamlayan karşı-cins bir öykü kişisidir.
-Kadın öykücü, “kadın”a her zaman potansiyel bir “özne” değeri yüklerken, erkek öykücü “kadın”ı her zaman potansiyel bir nesne olarak “öteki” konumuna yerleştirir.
-Kadın öykücü “kadın psikolojisi”nin doğrudan tanığı iken, erkek öykücü için kadın psikolojisi, keşfedilmesi, nüfuz edilmesi gereken bir olgudur.

-Kadın öykücü için “kadın” kendisine tam bir karşılıktır, erkek öykücü için “kadın” bir tür görünme biçimidir.

-Kadın öykücü “kadın”ı toplumsal ortamından ayrı, tekil olarak, erkek öykücü “kadın”ı tüm rol farklılıklarına rağmen (anne, eş, sevgili vb.) çoğul ve toplumsal ortamın doğal bir uzantısı olarak düşünür.

-Kadın öykücü için “kadının toplumsal rolü” erkeğe “rağmen” bireysel bir seçimdir, erkek öykücü için kadının toplumsal rolü ise, kadının erkeğe “göre” belirlenmiş bir seçimidir.

-Kadın öykücü, “cinselliği” hazır bulunmuş, hayati bir deneyim olarak “nakleder”, erkek öykücü “cinselliği” öğrenilmiş, dışsal olarak yaşanmış bir durummuş gibi “deşifre” eder.

Bu belirlemelerden de yararlanarak, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Afet Ilgaz, Sevim Burak, Füruzan, Tomris Uyar, Sevinç Çokum ve Nazlı Eray gibi içinde yer aldıkları edebi akımları daha ileri noktalara taşımış ya da kendilerinden sonraki öykücüler için izlenebilir yeni öykü damarları açmış kadın öykücülerin eserlerine baktığımızda da şu sonuçlara ulaşırız:

İlk öykü kitabı 1953’te (Bozbulanık) yayımlanan Nezihe Meriç’in ileriki yıllarda Topal Koşma (1956), Menekşeli Bilinç (1965), Dumanaltı (1979), Bir Kara Derin Kuyu (1989), Toplu Öyküleri I ve II (1998), Yandırma (1998) adlı öykü kitapları yayımlanmıştır.
İlk üç kitabında davranış, izlenim ve çağrışımlar eşliğinde kadın psikolojisini yansıtan Nezihe Meriç, Dumanaltı’daki öykülerinde ideolojik eylemleri toplumcu bir yaklaşımla vermiş, Bir Kara Derin Kuyu’daki öykülerinde kadınlara “kendini gerçekleştirme” eylemi olarak yeni bir dünya algısının çeşitli açılımlarını göstermiştir. Son öykü kitabı Yandırma’da anılaşmış kişisel durumları öyküleştirirken, öykülerin öyküleri üstünden farklı bir kurmacayı da deneyen Nezihe Meriç, bu son kitabındaki öykülerinde, önceki öykülerindeki diyalektik tutumun, kadın sorunlarına çok uçlu yaklaşımın gerisine düşmüştür.
Öyküye başladığı yıl itibariyle, alışılmış popülist/romantik kadın yazar tipinden, toplumsal bir sorun olarak kadın durumlarını önceleyen bir kadın yazar tipine evrilişi temsil eden Nezihe Meriç, yenilikçi, toplumsal hayatın içindeki tutarsızlıkları, çelişkileri irdeleyen bir öykücü kimliğiyle öne çıkmakla kalmamış, kadın hayatını aşk, ızdırap ve aşk acılarının ötesinde, toplumsal hayatı doğrudan etkileyen sorunlarla birlikte edebiyat gündemine aktararak, kadın yazar bakış açısını sanatsal gerçeklikle bütünleştirmiştir.

1961’de Hallaç, 1968’de Gecede, 1977’de Eski Sevgili adlı öykü kitaplarını yayımlanan Leyla Erbil, kadın dünyasının etkin bir gözlemcisi olarak tanıklıklarını toplumcu gerçekçi, soyut ve psikanalitik bir bakış açısıyla öykülemiştir. Bu yanıyla Nezihe Meriç’in “edebi anlatma” tutumunun yerine, “modern yöntemlerle anlatma” tutumunu ikame ederek, anlatma sorunsalını en az erkek yazarlar kadar önemseyen yeni kadın yazar tipini süreklileştirmiştir.
Marks-Freud-Beckett üçlüsünün hayat ve edebiyat anlayışından hareketle kendi edebiyat anlayışını düşünsel/felsefi bir yapı üstüne kuran Leyla Erbil, öyküyü, edebi dil ve kurgunun haklarını sürekli koruyarak, ideolojik söylem ve felsefeyle buluşturan ilk kadın öykücü olmuştur.
Siyasal ve cinsel özgürlük, barış, toplumsal dayanışma, kadın ve çocuk hakları çevresinde, daha çok siyasal tercihlerinin belirlediği bir bakış açısıyla yazdığı öyküleri, Tutkulu Perçem (1962), Tante Roza (1968) ve Barış Adlı Çocuk (1976) adlı kitaplarında toplayan Sevgi Soysal, siyasal planda toplumcu bir tutum sergilemesine rağmen, kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve aile bağları konusunda “bireyci” bir yaklaşımın öncüsü olmuştur.

Toplumsal ve geleneksel değerlere, devlet-birey ilişkilerine karşı eleştirileri, özgürlük, barış, yaşama hakkı vb. talepleriyle gerçek bir “batılı” gibi davranan Sevgi Soysal, Halide Edib’in “sentezci” tutumunu dışlayarak, “dışarı”dan “içeri”ye bakan ilk öykücüdür. Bu yanıyla, oryantalist bir yazar “gibi” duran Sevgi Soysal, bireyci yaklaşımının verdiği tekil bir özgüvenle, siyasal ve toplumsal çelişkilerin boyutlarını irdeleme cesareti de göstermiştir.

Afet Ilgaz, Bedriye (1963), Başörtülüler (1964), Toprak (UÖ, 1968; Toprak İnsanları, 1972), Halk Hikayeleri (1972), Çeribaşı Aptullah’la İdamlık İsmail (1974), Ölü Bir Kadın Yazar (1983), Menekşelendi Sular (UÖ, 1997), Kazdağı Öyküleri (2000) ile Dede Korkut’tan Sait Faik’e uzanan tahkiye çizgisini birleştirmeyi ve temsil etmeyi başarmış ilk kadın öykücümüzdür.
Tahkiyede izlediği zikredilen doğrusal çizgiyle, temsil gücünden beslenen bütüncül bir bakış açısını, siyasal, ideolojik vb. gündelik durumlar yerine, doğrudan kadın/insan konusuna odaklayan Afet Ilgaz, Marksistken de Müslüman olduktan sonra da hemen aynı bakış açısını uygulamakla kalmamış, onu edebiyat, hayat, ölüm vb. konularındaki eleştirel ve sorgulamacı tutumuna da temel bir dayanak kılmıştır.
Afet Ilgaz, öykülerini yalın bir dille ve klasik kurgu ile anlatmış, bakış açısındaki tutarlılık ve işlediği konularla, yerli öykücülükte kendi kuşağında yer alan diğer kadın öykücülerden daha fazla ve kendisinden sonra da işlenebilir yeni öykü damarları açmıştır.

Yanık Saraylar (1965), Afrika Dansı (1982), Palyaço Ruşen (1993) adlı kitaplarında toplanan öykülerinde Tevradi bir simgesel dile yaslanan Sevim Burak, dengesiz, düzensiz, amaçsız ve sapkın bir dünyaya karşı, uçları mantıksızlığa, saçmaya, aklın tükenişine çıkan bir sanatçı tepkisi sergilemiş; akıldışılığın revaçta olduğu söz konusu ortamı parçalanmış bir görsellik, bağlamını yitirmiş bir söylem, kırılmış bir anlam ve bilinç sıçramalarıyla yansıtmıştır.
Sevim Burak, bu yanıyla kendi zamanının çok ilerisinde, kısmen post-modernle ilişkilendirilebilecek bir bakış açısı kurarak, kendi iç dengelerini koruma çabasıyla toplumsal dengesizliğin öyküsel biçimlerini kayıt altına almıştır.

Füruzan ve Tomris Uyar, popülist öykücülerle başlayıp, Nezihe Meriç’ten itibaren gerçek mecrasına akmaya başlayan “kadın bakış açısı”nın Türk öykücülüğü içinde biçimi, içeriği ve teknik açılımlarıyla edebi kamu tarafından da benimsenmesinde büyük paya sahip iki öykücüdür.

Füruzan, Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gül Mevsimidir (1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982), Yedi Öykü (1992), Sevda Dolu Bir Yaz (1999) adlı kitaplarında yer alan öykülerinde, taşradan İstanbul’un varoşlarına, oradan Galata ve Beyoğlu’na yönelen genç kızların, kadınların umut - cinnet, aşk - cinsel istismar çarkında heder olan hayatlarını tablolaştırmış, göçmenlik psikolojisinin neden olduğu hayati kırılma noktalarından trajik öyküler üretmiştir.

Tomris Uyar, İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi (1971, Ödeşmeler, 1973), Diz Boyu Papatyalar (1975), Yürekte Bukağı (1979), Yaz Düşleri / Düş Kışları (1981), Gece Gezen Kızlar (1983), Rus Ruleti / Dön Geri Bak (Toplu Öyküler, 1985), Dön Geri Bak (Ödeşmeler; Gece Gezen Kızlar, 1985), Yaza Yolculuk (1989), Sekizinci Günah (1990), Otuzların Kadını (1992), İki Yaka İki Uç (Gençlik Öyküleri, Seçmeler, 1992), Aramızdaki Şey (1997) adlı kitaplarında toplanan öykülerinde, basitlikten uzak bir yalınlıkla, toplumsal baskılardan kaynaklanan bireysel bunalımları, özgürlük arayışlarını, çözümsüzlükleri işlemiştir.
Tomris Uyar, popülist kadın öykücüler kuşağından beri “öykü, anlatmaktır” şeklindeki klişeleşmiş bir kanaati, “nasıl anlatmak” sorusu ekseninde, tıpkı Sevim Burak gibi yeniden sorgulamış ve onca yalınlığına rağmen sadece okunduğunda nüfuz edilebilen, özetlenemeyen, sözlü olarak nakledilemeyen, başka türe dönüştürülemeyen yeni bir öyküsel yapı kurmuştur.

Sevinç Çokum, Halide Nusret Zorlutuna ve kuşağının “yalnız, hülyalı mazbut kadın” imgesini, büyük kentin sokaklarındaki hayata katılan bir kadın imgesiyle değiştirmiş ve bu kadınları ideolojik anlamda toplumcu olmayan ancak mevcut toplumsal hayatı belirleyen etkili birer güç olarak öykülerine taşımıştır.
Sevinç Çokum, Eğik Ağaçlar (1972), Bölüşmek (1974), Makine (1976), Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987), Rozayla Ana (1993), Bir Eski Sokak Sesi (Eğik Ağaçlar ve Bölüşmek, 1996), Evlerinin Önü (Makine ve Derin Yara, 1997), Beyaz Bir Kıyı (1998), Gece Kuşu Uzun Öter (2001) adlı kitaplarındaki öykülerinde, dirençli, kendine güvenen, vefakar kadınların yanısıra, küçük dünyaları içinde ruhsal çelişkiler, basit umutlar, gönül kırıklıkları yaşayan kadınları da toplumsal hayatın canlı bir göstergesi olarak işlemiştir.

Nazlı Eray, Ah Bayım Ah (1976), Geceyi Tanıdım (1979), Kız Öpme Kuyruğu (1982), Hazır Dünya (1984), Kuş Kafesindeki Tenör (Oyun-Öykü, 1985), Eski Gece Parçaları (1986), Yoldan Geçen Öyküler (1987), Aşk Artık Burada Oturmuyor (1989) adlı kitaplarındaki “fantastik öykü”lerle hikaye geçmişimizde büyük yer tuttuğu halde hep ihmal edile gelen “yerli” tahkiye tarzını modern bir kimlikle güncellemiştir.
Gündelik, sıradan olay ve olgulardan hareketle, zengin çağrışımlı, ironik, yer yer büyülü gerçekçiliğe ulanan, dinamik ve yalın öyküler “kuran” Nazlı Eray, kadınların tekdüze dünyalarındaki derinliğe de dikkat çekerek, estetik bir bütünlüğü içeren metinler üretmiştir.

5.Sonuç:

İlk öykü kitaplarını 1910-1990 yılları arasında yayımlayan ve bir kısmı da halen öykülerini dergilerde yayımlamaya, kitaplaştırmaya devam eden “kadın öykücüler”, söz konusu kimlik altında kendilerini edebi kamuya kabul ettirmelerinin ötesinde, Türk öykücülüğünde kendilerine mahsus bir yer edinirken, aynı zamanda onu bulunduğu seviyeden daha ileri bir seviyeye taşıma konusunda erkek öykücülerden hiç de geride kalmamışlardır.
Erkek egemen bir öykücülüğe rağmen, kadın öykücüler, ancak kendileri tarafından kurulabilecek ve geliştirilebilecek “kadın bakış açısı”yla yine ancak kendilerinin nüfuz edebilecekleri bir öykü dünyasını üçüncü kişilerce de görünebilir, anlaşılabilir kılmışlardır. Bu yanıyla toplumsal yapının tüm katmanları, tüm tarafları ve tüm cepheleriyle keşfedilmesine de büyük katkıda bulunmuşlardır.
Kadın öykücülerin 80 yılda elde ettikleri bu kazanımların meyveleri asıl 1990’dan sonra ortaya çıkmış, kadın öykücüler son on beş yılda hem nicel hem de nitel açıdan öykü ortamını etkin bir şekilde belirlemeye başlamışlardır.

EDEBİSTAN - 15.04.2005

Cocorosie

Cocorosie - Beautiful Boyz

-Piyanoya dikkat!...-

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam


"...
Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.
Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur."

(Kabuk adam kitabından alıntı)

Hermann Hesse - Getrud



"Dışarıdan bakıp yaşamıma şöyle bir göz gezdirdiğimde, pek de mutlu bir yaşam olduğunu söyleyemeyeceğim bunun. Ne var ki, içerdiği tüm hata ve yanlışlara karşın mutsuz bir yaşam olarak da nitelendiremeyeceğim doğrusu. Zaten işi mutluluk yada mutsuzluk açısından ele almak düpedüz budalalıktır; çünkü bana öyle geliyor ki, yaşamımın en mutsuz günlerini en neşeli günlerine değişmezdim. Bir insanın yaşamında önemli olan, önüne geçilemeyecek şeyi bilinçli bir şekilde sineye çekmekse, iyinin de kötünün de gereği gibi tadını çıkarmak ve dış yazgıdan ayrı, daha gerçek, rastlantı karakteri taşımayan bir iç yazgıyı ele geçirmekse eğer, kendi yaşamım için yoksun ve kötüydü denemez. Dış yazgı herkes gibi benim üzerimden de geçip gitti, karşı durulamaz ve Tanrılar tarafından alnıma yazılmış. Ne var ki, içteki yazgım benim kendi eserim oldu; tatlılığı da acılığı da benim sayılan, sorumluluğunu tek başıma üstlenmeyi düşündüğüm bir eser."
- syf : 5 -


YKY yayınları